SAYFA YAZISI; BİR YAZAR_ ÁGOTA KRİSTÓF…

BİR YAZAR: ÁGOTA KRİSTÓF A…

M.Sadık Aslankara
(14.12.2023 YAZISIDIR.)

Türkçede son yıllarda tanıdığımız önemli yazarlardan biri de Ágota Kristóf (1935-2011) oldu. İkinci Dünya Savaşının, göçmenliğin, kadınlığın, şiddetin acılarını yaşayıp aramızdan ayrılan yazarı biz, ancak öldüğü yıl yayımlanmaya koyulan bir dizi öykü-roman çevirileriyle tanıyabildik Türkçede.

Daha önce Ayşe İnce Kurşunlu tarafından çevrilen iki romanı Yapı Kredi Yayınlarınca yayımlanmış, kitaplar arka arkaya baskılar yapmıştı: Büyük DefterKanıtÜçüncü Yalan (2010; Onuncu Baskı, 2023); Dün (2011; Altıncı Baskı 2023)

Bu kez Feyza Zaim tarafından Fransızca aslından çevrilip Can Yayınlarınca okurla buluşturulan biri öykü öteki anlatı iki çevirisi yayımlandı: Önemi Yok (Öykü, 2023), Okumaz Yazmaz (Anlatı; 2023).

Ágota Kristóf metinleri üzerine ilk yazım bu ama Sayfa Yazısı’yla Kitaplar Adası’nda bir iki yazı daha kaleme alacağım sanırım, şimdiden söyleyebilirim bunu.

Bizde roman, batıdan öykünmeyle başladığından, sonraları da adaptasyonla kendimize uydurulmaya çalışıldığı, ancak sonradan çeviriye geçildiği, türün o zaman yerleştiği düşünülürse yazınsal açıdan başlangıçta Türkçede verimlenmiş romana bir “taklit” gözüyle bakılmasını da olağan karşılamak mümkün görünebilir.

Ancak bunun, türün bizdeki örneklerine dönük hep bir kuşkuya yol açacağı, hatta bu kuşkuyu dizgeli hale getirip okurda roman türü konusunda aslını aramak gibisinden temel bir eğilimi pekiştireceği düşünülebilir. Nitekim bizde sanattan spora, siyasetten tekniğe hep bir öykünmeden söz edilmesinin boşuna olmadığı da kestirilebilir pekâlâ.

Bu yüzden, ürettiğimiz roman sanatı örneklerinde çok başarılı yapıtlar yer alsa da yabancı yazarlara karşı ilginin çok daha fazla olduğu gözleniyor. Oysa şiirde, öyküde böyle değil. Çünkü bu iki tür, yüzlerce yıl öncesine, sözlü edebiyatın yunmuş arınmış yapı taşı örneklerine dayanan bir geri sayışa da yaslandığından enikonu farklı bir konum sergiliyor.

Soru 1: Dünyanın hangi büyük şairi, öne çıkmış bizim herhangi yoksul şairimizden daha fazla baskı yapmıştır?

Soru 2: Dünyanın hangi büyük öykü yazarı, öne çıkmış bizim herhangi yoksul öykücümüzden daha fazla baskı yapmıştır?

Burada ayırıcı yan şu olsa gerek; şiir de öykü de tıpkı masal, söylen, türkü gibi Türkçede yaratılabilmiştir de bu yüzden okur, yorganı gibi sarılabilmiştir bu ipek bükümlü dildeki şiire, öyküye, masala, sonuçta bu türlerin aslına…

Ama romanın da artık yaratılabilir hale geldiğini söyleyebiliriz Türkçede, gönül rahatlığıyla; son yılların örnekleri bunu apaçık gösteriyor.

Yazıyı, böylesi bir tartışmaya girmek için kaleme alıyor değilim.

Amacım, Okumaz Yazmaz’dan bir geniş alıntı aktararak Ágota Kristóf’un, yaşamöyküsüyle iç içe örüntülediği bir acıyı şunca yıl sonra duygudaşlık temelinde kendi acımız yaparak, İsrail’in son iki aydır insanlığı acıya gömen Gazze saldırısına eleştirel-özeleştirel bir bakış getirmek. 

Önce andığım yapıtın “Hafıza” adlı bölümünden şu satırları okuyalım:

“Gazetelerden ve televizyondan on yaşında bir Türk çocuğunun, anne babasıyla birlikte gizlice İsviçre sınırından geçerken, soğuktan ve yorgunluktan öldüğünü öğreniyorum. ‘İnsan kaçakçıları’ onları sınıra bırakmışlar. Karşılaşacakları ilk İsviçre köyüne kadar doğruca yürümelerini söylemişler. Dere tepe saatlerce yürümüşler. Hava soğukmuş. Yolun sonuna doğru baba çocuğu sırtına almış. Ama çok geçmiş. Köye ulaştıklarında, çocuk soğuktan ve yorgunluktan bitap düşüp ölmüş.

“İlk tepkim herhangi bir İsviçrelinin vereceği tepki gibiydi: ‘İnsanlar yanlarında çocuklarıyla ne cesaretle böyle maceralara atılabiliyorlar? Böyle bir sorumsuzluk kabul edilemez.’ Sonra suratıma birden güçlü bir tokat iniyor sanki. Soğuk kasım rüzgârı sıcacık odama doluyor ve hafızamın sesi içimden bir yerlerden yükseliyor şaşkınlıkla. ‘Nasıl yani? Hepsini unutmuş olabilir misin gerçekten de? Sen de aynı şeyi yaptın, tam da aynısını. Üstelik senin çocuğun neredeyse yeni doğmuş bir bebekti.’

“Evet, hatırlıyorum.”

Ágota Kristóf, yaşadıklarını yeniden sarmaya koyulur:

“Yirmi bir yaşındayım. İki yıldır evliyim ve dört aylık bir kızım var. Bir kasım akşamı, bir ‘insan kaçakçısı’nın peşine düşüp Macaristan ile Avusturya arasındaki sınırı aşıyoruz.” (26)

Sonrasını da anlatıyor Ágota Kristóf.

Çağımızda artık herkesin bir biçimde yaşayabileceği sıradan yaşantı kesiti; hiç kimsenin, “Ben asla, böyle bir durum yaşamam,” diyemeyeceği bir gerçeklik bu; dünyanın tüm insanları için artık yaşamsal sayabileceğimiz acımasız bir gerçeklik hatta.

Göçmenlik, göçebelik, sığınmacılık; son yılların dünya dillerinde gezinen uluslararası birer terim.

Ne var ki insan, sıkıntısını aşıp kısa erimli de olsa rahata erdiğinde ya da tehlikeyi, geçici bile olsa savuşturduğunda yaşadığı savaş, şiddet, işkence, taciz vb. gerçeğini unutabiliyor ne yazık ki.

Ágota Kristóf, “Evet, hatırlıyorum,” derken, aslında bunu kendisine değil bize söylüyor, Yaşamış olmamız olası, böylesi bir yaşantı ânına, dilimine dönük bir kurtuluş yaratabilmek, çare üretebilmek için çılgınca çırpınışlarımızı anımsatıyor bize.

Çünkü görüyor, biliyoruz ki, şu yeryüzünde hiç kimse için sonsuzca bir dirlik yok artık, böylesi canavarlıkla nereye gidilebilir, nereye kadar yol alınabilir ki!

Öyleyse anımsa, ayağa kalk! Ágota Kristóf, bunu haykırıyor suratımıza.