CUMHURİYET ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZÜN GELİŞİM EĞRİSİ…
M.Sadık Aslankara
(21.12.2023 YAZISIDIR.)
Cumhuriyet öykücülüğünü yuvarlamayla cumhuriyetin kuruluş tarihiyle birlikte ele alıp işlemeye girişirsek eğer, bu başlık altında ona da yüzyılı bulan ömür biçmemiz gerekiyor.
Yok, eğer 1928 Harf Devrimini ya da 1932 Dil Devrimiyle Halkevlerinin kuruluşunu ölçü alırsak o zaman doksan beş yıl hatta biraz daha az bir zaman biçeceğiz demektir cumhuriyet dönemi öykücülüğümüze.
Elbet Cumhuriyet öncesinde de öykümüz, bir “hikâye sanatı” olarak vardı, Ahmet Mithat’la, ondan öncesiyle başlayıp, üstelik Cumhuriyete varmadan daha Hüseyin Rahmi, Halit Ziya gibi gelişmiş kalemler aracılığıyla bir parıltı bile göstermişti.
Daha öncesi bize ait değilmiş gibi bir algı çıksın istemem, ama bu yazıda öykümüzün bu yüzyılı içinde salt Cumhuriyet döneminde yaşanan gelişmelere göz atmaya girişelim biz yine de. Böyle olursa neler söyleyebiliriz bu aşamada, gelin buna bakalım biz önce.
Bugünden bakacak olursak, akımlar, eğilimler, kuşaklar açısından öyküde yüzyılın gelişim çizgisinde kendini gösterip âdeta belirleyici konum taşıyan nirengileri görmeye, bunları yerine yerleştirmeye girişelim ilkin.
Bir kuşak bağlamı, toplayıcılığı içinde görünsün-görünmesin, Cumhuriyetin yüzyılı içinde kendi paradigmaları yönünde yaptıkları edebiyatla önceki kavrayışlardan kopan, sonraki kavrayışları doğrudan etkileyen, getirdiği bu kavrayışla yaygın etkimeye yol açıp “ezber bozduğu” düşünülen, bununla kendisinden sonra ortaya çıkan akımları, eğilimleri de görece etkilemeyi sürdüren farklı çığ hareketlerinden söz edilebilir. Bir örnekleme amacıyla bunların kimilerine satır başlarıyla değinebiliriz:
- Milli Edebiyat, Halkevi hikâyeciliği,
- Hiçbir kuşak içinde, hiçbir başlık altında yer almasa da bir önceki yazınsal paradigmanın karşısına 1930-40’larda kendi yazınsal getirileriyle dikilip sanatsal meydan okuyuş sergileyen öykünün üç atlısı (Sadri Ertem, Sait Faik, Sabahattin Ali), öykünün yedi harikası (Memduh Şevket Esendal, Haldun Taner, Oktay Akbal, Orhan Kemal Nezihe Meriç, Vüs’at O.Bener, Bilge Karasu),
- 1940 Kuşağı (Toplumcu Gerçekçi Şiiri / Garip Şiiri; şairleri),
- 1950 Kuşağı (1950 Kuşağı Öykücüleri, Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlar, Anadolu Aydınlanmacıları, İkinci Yeni Şairleri, Yeni Oyun Yazarları),
- 1990 Kuşağı öykücüleri-öykücülüğü, yazarları-yazarlığı.
Bunlar arasına 1970’ler yükselişini kadın öykücüler grubunu katamıyoruz.
Kadın-erkek bu büyük yazarlar topluluğunun eklektik görünüm sergilemesi öykülemde ayrı bir paradigma kurma eğiliminde kararlılık gösterememesi, bir akıma yol açamayıp kendi anlatı evrenlerinde biçem anlayışıyla baş başa kadın birey temelinde öykü üretilmesi gibi nedenler pekâlâ öne sürülebilir.
Bizde her on yılda bir, bırakalım biyolojik olanı yazınsal açıdan bile sanki yeni bir kuşak gelmiş, etkinlik gösterilmiş gibi düşünülür, oysa doğru değil bu.
Bırakalım bunu, şimdi geçelim, yukarıda sıraladığımız aşamaları (ya da eşikleri) yorumlamaya dönük kısa hikâyecikler kuralım.
Cumhuriyet edebiyatı, Cumhuriyet daha kurulmadan, hatta Kurtuluş Savaşı da başlamadan, hatta hatta Çanakkale Savaşları bile başlamadan önce Milli Edebiyat akımının estirdiği güçlü rüzgârla ciddi bir yol almıştı zaten.
Cumhuriyet kurulduğunda bunun Milli Edebiyat akımıyla buluşmaması düşünülemezdi. Türkiye Cumhuriyetiyle, Türk Aydınlanması olarak da anılan Anadolu Aydınlanmasıyla yeniden yapılandırılan edebiyat işte bu Milli Edebiyat akımının üzerine oturdu denebilir.
Bunun Türk Ocağından Halkevlerine akan bir yanı da olacaktı elbette. Halkevleri yayınları, etkinlikleri aracılığıyla uygulanan öykücülük de zaten Milli Edebiyat akımının Anadolu kolu benzeri bir anlayışı uygulayıp yayıyordu.
Diyelim bu, bir açıdan “resmi öykü” anlayışına karşılık olarak alınırsa eğer, buna ilk büyük müdahale, hiç de gecikmeden yine 1930’larda ortaya çıktı Öykünün üç atlısı olarak Sadri Ertem, Sait Faik, Sabahattin Ali bambaşka bir ufka yelken açtı diyebiliriz. Çok gecikmedi bunun arkası geldi 1940’larda: Memduh Şevket Esendal, Haldun Taner, Oktay Akbal, Orhan Kemal, Nezihe Meriç, Vüs’at O. Bener, Bilge Karasu.
Ayrıca 1940’larda bir yandan 1940 Kuşağı Toplumcu Gerçekçi Şairler Kuşağı öte yandan Garip hareketi salt şiirde etkiliymiş gibi görünse de bir yazınsal manifesto halinde yazın kamuoyunu, bu arada Cumhuriyetin “resmi şiir” kavrayışını da sarstı, alabildiğine etkiledi.
Bu çoklu etkilerle birlikte 1930, 40’lardaki sivil öykü hareketi 1950’de tam anlamıyla bir çığ olarak önümüze geldi: 1950 Kuşağı öykücüleri. Ama 1950’ler, Türkiye’de sanat-kültür ortamlarının bütün bütüne değiştiği, çok farklı bir yörünge doğrultusunda yol alındığı dönem oldu.
Nitekim yine bu evrede bir yandan İkinci Yeni şairleri, öte yandan Köy Enstitüsü çıkışlı şair yazarlar kadar Halikarnas Balıkçısı’nın başı çektiği Anadolu Aydınlanmacılığı okulu yazar ve şairleri 1950’ler boyunca, sanat alanında yapılan tartışmalar eşliğinde 1960’lara dek büyük gelişme gösterdiler.
1960’lar, özgürlükçü 1961 Anayasasının yarattığı ortamda toplumsal sorunların öne geçerek yeni bir kahramanlık çağının önünü açtı, bu mayalanma sonucu 1968 gençliğinin yükselişiyle öyküden, halk için bir görev beklenir oldu.
Görevci anlayış 1970’te kadın öykücüler koluyla bastırılmaya çalışıldı ya ardı sıra 12 Eylül, iyice dağıttı yazın ortamını. Sırada 1990 Kuşağı vardı artık.
Ne ki 1980’ler boyunca kar altında toprak misali öyle kaldı öykümüz.