tiyatrodergisi.com.tr için yazılmıştır. M.Sadık Aslankara
GalataPerform, tiyatromuzun yüz akı topluluklarından biri, bunu öyle, rasgele, karakucak yuvarlayıp da söyleyivermiş değilim. “Tiyatromuzun yüz akı” ne demek, daha başka toplulukları var elbet, sayıca az da olsa.
Peki ben, GalataPerform’un hangi yapıp etmelerine bakarak, bunlar arasında neleri dikkate alarak, neyi ölçümleyerek yargıya varıp da böyle bir niteleme getiriyorum topluluk için; notlarıma bakarak söylersem, şunları sıralarım o zaman:
1. GalataPerform, sahne ve sahne odaklı eylemleriyle sanatın, özelde tiyatro sanatının tekdüze uygulamaya indirgenemeyeceğini, herhangi oyunun, sahne plastiği anlamında sahnelenip somutlanışı, tekdüze sergilenişi yerine her seferinde tiyatroda yeni yollar aramanın daha önemli olduğunu düşünüp savunan, savunduğunu gösteren, bunu sahne eylemleriyle de ele veren bir topluluk. Bu çerçevede deneye, sıra dışına açık tutum sergilerken bunun mutlaka getireceği demeyelim tabii ama azıcık da olsa getirmesi olası anlaşılamama, yadırganma gibi seyirci kaygılarını göze alabiliyor.
2. GalataPerform, tiyatroyu, yazardan yönetmene, oyuncuya, çevre düzeninden giysiye, müziğe çok geniş bir yelpazeye dayalı yaklaşımla her anlamda farklı biçemlerle işlemeye, yapıp çatmaya girişen üstelik her seferinde bunları bütünlüklü mekân algısıyla gerçekleştirmeye çabalayan tutum sergiliyor.
3. GalataPerform, bunları gerek birey gerekse toplum temelinde olgusal, yaşantısal gerçeklikleri dışlamadan ama asla çizgiselliğe kaymadan, şablonlara kendilerini kaptırmadan yani tiyatral olandan ödün vermeden bu arada toplumla kurduğu bağı da gevşetmeden yerine getiriyor.
Bu çerçevede GalataPerform, bir ülkede tiyatral sorumluluk, toplumsal yükümlülük üstlenerek, sanatı en üst düzeyde gerçekleştirmek adına yola çıkması umulan, bu nedenle ancak devletin üstesinden geleceği kestirilebilecek bir ödenekli tiyatro konumu yansıtıyor neredeyse.
Bu şu anlama geliyor: Doğulu anlayışla “Benim işim değil,” “Üzerime vazife değil” neme lazımcılığı yapmıyor tam tersine Batılı kavrayışla “Bu benim işim,” “Bunu, bu işi üstlenmeliyim,” görevciliğine soyunuyor.
Sonuçta GalataPerform, tiyatro sanatını hakkıyla yerine getirmeyi üzerine vazife bilen bir kavrayışla tiyatro yapıyor bana göre.
Topluluktan son olarak izlediğim Fairfly, bütün bu söylediklerimi bir kez daha yansılıyor zaten.
Oyun İçinde Oyun; Gücü Yetenden Yetmeyene Hoptirinam…
Oyun yazarı sanki şu bizim garip ülkemize gelmiş de birilerinin durmadan malına, parasına mallar, paralar katıp varsıllaşırken manyaklaştığı, kimilerininse iki yakasını bir araya getirebilmek şöyle dursun durma yoksullaşırken cinnet geçirip aklını oynattığı çaresiz insanlarımızla görüşe konuşa kalemi alıp bizden biriymişçesine yazmış metnini. Yok yok, ustalık kuşkusuz yazar Joan Yago’nun yaptığı, dünyanın neresinde olursa olsun, oyunun kendi ülkesinde geçtiğini düşünmemesi olanaksız izleyicinin. Çünkü yazar insanoğlunun ana sorunsalı gelecek kaygısını temel izlek alıp bunun üzerine kuruyor dramatik çatıyı. Metni ekibiyle kaleme alan yazarın böylelikle oyunu daha da köpürttüğü öngörülebilir.
Bir işyerinde, işten çıkarılmaları konu edilen ikisi karı-koca dört kişi, işsiz kalmamak için, soruna çözüm üretmek amacıyla birlikte neler yapabilecekleri ne gibi yollar bulabilecekleri gibisinden toplantı yaparlar. Derken âdeta sanrı savrulması diyebileceğimiz düşlerinin peşinde ayakları yerden kesilip uçuşa geçerler. Evet, Fairfly, bunca yalın, yalın, çünkü şu yerkürede milyarlarca insan için basbayağı temel bir sorunsal bu.
İş, zaten bizatihi hünerli olan metnin ayağa nasıl kaldırıldığı, böylesi önemli bir konunun seyirciye nasıl aktarıldığı kuşkusuz, sorun da burada değil mi? O zaman yönetmenin, oyuncuların hüneri giriyor devreye, öyle olunca bunu onlarla anlatmak gerekiyor.
Oyun İçinde Oyun; Bir Kumardan Ötekine, Ya Tutarsa…
Yönetmen Mark Levitas, bizi kıskavrak yakalayıp tam anlamıyla çevrimsel bir döngüye alıyor. Çünkü her an birer umut tacirine dönüşen dört karakter, halkalar halinde farklı bir umut diyalektiği doğrultusunda sürekli baloncuklarla hayaller üretip umuttan umutsuzluğa kayıyor, ardı sıra hemen yeni umuda yönelip oyun içinde oyunla masaldan masala uçuruyor diyebiliriz bizi.
Burada, bütün bu dramatik çatışmaların, kopuşlarla ayrılışların düz bir çizgide gitmediğini bilmem söylemeye gerek var mı? Yönetmenin hüneri de, olayı dümdüz, sıradan aktarırken, insan yaşamında bunun nasıl sıra dışı bir olağanüstülük taşıdığını yansıtmasında kendini gösteriyor. Olağanı anlatıyormuş gibi görünüp olağan dışını verebilmesi, bir masal havasında bunu aktarabilmesi, öyle ya şaşırtmacalı güzellik kazandırıyor sahneye.
Ne ki dört oyuncu, Fairfly’e apayrı bir ruh katıyor. Bunu, karakterleri, hakkını vererek bütün ayrıntıları ustalıkla yansıtmaktan kaynaklanan, gerçekliği pekiştirerek nokta koyan tutumla sağlıyor. Ayrıntıları hakkıyla yansıtıp gerçektenlik duygusunu alabildiğine köpürten dört oyuncunun adını özellikle anmak zorunlu: Atakan Akarsu, Begüm Akkaya, Tuğçe Altuğ, Barış Gönenen.
Türk tiyatrosu, GalataPerform’u korumak, kollamak zorunda değil yalnız, perde açımını kim bilir ne güçlüklerle sürdürüp yaşam savaşımı veren topluluğu, ülkenin yangında ilk kurtarılacak “kültür hazinesi” bağlamında da alabilmeli.
Oyun İçinde Oyun; “Fairfly”, Ütopyadan Distopyaya…
Sonuçta ayakları yere basan, gelecek kaygısına uzandığı emeçleriyle insan dünyasına yönelik açmazları sergileyen bir oyun Fairfly. Oyun içinde oyun biçemiyle her karakterin bireysel dünyasına da dalıp bu umut yolculuğunun umutsuzlukla nasıl kesintiye uğradığını gözlerken aslında bir kara anlatıyla kuşatılıp nasıl bir distopyayla yüz yüze geldiğimizi kavrıyoruz.
Oyunun adı: Fairfly. Bu oyun oynanmalı, bu oyun izlenmeli.