SAYFA YAZISI; GAZETELERDE ‘ÖYKÜ PATLAMASI’…

GAZETELERDE “ÖYKÜ PATLAMASI”…

M.Sadık Aslankara
(25.01.2024 YAZISIDIR.)

Edebiyatımızda gerek farklı akım, eğilim, yöneliş, okul vb. yaklaşımlar yoluyla yaşanan yazınsal eylemler olsun gerekse bunların beslendiği, hatta öncülülüğünün üstlendiği dergiler olsun tümü, edebiyat alanının bütününde bu doğrultuda ortaya çıkan gelişimlerde büyük rol oynadı kuşkusuz.

Aynı ortamlarda, mecralarda, mekânlarda bir araya gelerek mayalanan, bu amaçla her seferinde yeniden yoğrulan yazarlar, kendi akranları aracılığıyla kurdukları ilişkiler yoluyla birbirleri arasında elbette doğrudan etki alıp etkili olmayı da yaşamına katıyor, etki alışverişi bu yolla süreğenlik kazanıyordu.

1928 Harf Devrimi, hemen ardı sıra yaşama geçirilen Dil Devrimi, bir tür okuryazarlık devrimini de ateşledi denebilir. Osmanlı’da da dergi, gazete yayını vardı, ancak Arap alfabesiyle yapılan Osmanlıca yayın, sayıca çok az okuryazara sahip olduğundan genelde bir iletişim-etkileşim düzeyine sahip değildi.

1932 sonrasında Halkevleri tarafından Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yayımlanan seksen dolayında dergi, halkevleri üyesi on binlerce insan aracılığıyla tüm toplum kesimlerini birbirinin öyküleriyle buluşturmaya başlamıştı.

Bu etkimenin gazetelere sıçraması kaçınılmazdı. Nitekim tez zamanda 1930’larla birlikte özellikle 1940’lar, 50’ler boyunca hatta 60’lara da uzanarak hemen bütün gazeteler sayfalarında öykü yayımladı, bu tutum öykünün de önünü açarak bu sanata geniş ilgi duyulmasını sağladı.

Gazetelerde yayımlanan öyküler, aynı zamanda yazarlarımızın, bu arada öykücülerimizin de en önemli telif kaynağıydı denebilir. Nitekim sonraları Melih Cevdet’ten Cahit Sıtkı’ya Orhan Veli’ye pek çok şairimiz de bu yolla gazetelerde yayımladıkları öykülerden telif alarak önemli girdi elde edebiliyordu.

Öte yandan dönem yazarlarının azımsanmayacak bir bölümü, yazılarının geliriyle yaşama kararlılığı sergiliyordu aynı zamanda. Yazarlar, gazetelerde yayımladığı, diyelim pazara çıkardığı bu ürünleri görerek, sonrası için kendi kişisel hayal dünyasını, tasarımlarını geliştirirken yanı sıra geçim kaygılarına da görece çözüm getirmiş oluyordu.

Sözgelimi Mahmut Yesari, Peyami Safa vb. yazarlar için neredeyse yaşamsal bir girdiydi gazetelerle dergilerde yayımladıkları ürünler üzerinden aldıkları telif ücretleri.

Mahmut Yesari – Afif Yesari, baba-oğul Yesariler, aslında birer yazın emekçisi. Nitekim Mahmut Yesari’nin Bâbıâli Hatıraları (Yay. Haz.: Tahsin Yılmaz, Can, 2019) adlı yapıtında bu yönde pek çok anısı yer alıyor. Tek örnekle yetineyim: Dönem tiyatrosunda oyunları sürekli sahnelenen Mahmut Yesari, ağırlıklı yere sahip. Turne temsillerinden dönen Muhsin Ertuğrul, yazar sanatoryumdayken bile kendisine telifini öderken ötekilerden tık yok.

Günün birinde tepesi atıp sahneye fırlıyor yazın emekçisi Mahmut Yesari.

Şu satırları Mahmut Yesari’den aktarıyorum:

 “Perde açılmadan sahneye bir iskemle attım, oturdum: / ‘Hakk-ı telifler verilmeden perde açılamaz.’ / O gece hakk-ı telifler ödendi.” (s. 60)

Ama şunu da söylüyor Yesari Usta: “…[B]en sırtımı açlığa verdiğim için sermaye beni yenemez!” (s. 78)

Bahriye Çeri, büyük emekle derleyip yayımladığı Nahid Sırrı Örik / Toplu Öyküler (Everest, 2023) adlı yapıttaki sunuş yazısında Nahit Sırrı Örik’in öykülerinden kalkarak hem Tuncay Birkan’dan alıntıyla yazar için “edebî varlığın” “mecrası” olarak “gazete”yi gösteriyor hem de bu arada yazarların telif kaynağı bağlamında şu verileri paylaşıyor:

“Yalnız kendisinin değil; Refik Halit, Aka Gündüz, Burhan Cahit, Peyami Safa, Reşat Ekrem Koçu, Suat Derviş, Nazım Hikmet, Ethem İzzet Benice, Mahmut Yesari, Selami İzzet Sedes, Osman Cemal’in ve süreli yayınlarda unutulmuş daha pek çok ismin bu yazı pratiğini; Nahid Sırrı, 1931’deki Muharrir oyununda ve 1937’de yayımlanan ‘Bir Romancı Profili’ öyküsünde dile getirir. ‘Bir Romancı Profili’nin kahramanı Ali Galip ya da Muharrir oyununun kahramanı Cevat Sezai, süreli yayınların edebiyatın başlıca platformu olduğu bir döneme kapı aralar. Nahid Sırrı, bu karakterler üzerinden edebiyatçının çaresizliğini, gazete yönetiminin fırsatçılığını, tefrikasını gazeteden çeken yazarın borcunu yine gazeteye yazacaklarıyla ödeyecek olmasını, gazete dışında başka bir gelir kaynağının olmayışını tüm canlılığıyla tasvir ederek âdeta Türk yazarının durumunu tarihe not düşer. Nahid Sırrı Örik’in çeşitli şekillerde gün yüzüne çıkmış mektuplarında da süreli yayınlarda yer alacak yazılar karşılığında alınacak ücretler hep gündemdedir.”

Bahriye Çeri, Nahit Sırrı’nın mektuplarından söz edip kaynaklarını gösterirken bir mektubundan kimi satırlar da aktarıyor. Nahit Sırrı, bu mektubunda Yaşar Nabi’ye şöyle yazıyor:

“Sen hikâyenin parasını aldın mı? Bunu soruşum şundandır ki iki satırlık bir havalemizle bizimkini de tahsil eyler misin? Sendeki üç buçuk liralık tarihi borcumu alır mütebakisini de nezdinden hıfz edersin (zira beş liradan aşağı vermeyeceğimi ve kendilerinden vaktiyle öyle aldığımı tavzih etmiştim.)” (s.16)

Yine aynı şekilde değerli bir öykücü, romancı olan İlhan Tarus, yayımladığı altıncı son öykü kitabı Köle Hanı’nda (Yeditepe, 1954) tam yetmiş yıl önce şöyle sesleniyor:

“Niçin telif hakkı istiyen yazarı hor görmek istidadındasınız?” (s.7)

Bu bir içli haykırış değil de nedir?

Bunun yanında Cumhuriyet tarihimizde yaşanılan “öykü patlaması”nda gazetelerin, süreli yayınların payıyla işlevi de hiçbir zaman unutulmamalı ama. 

Bahriye Çeri, yukarıda aktardığı satırların ardından şöyle diyor zaten:

“Tüm bu ayrıntılar, Türk edebiyatının tarihi yeni bir bakışla yazılacaksa, külliyatlar ortaya çıkarılacaksa, süreli yayınların çok sıkı taranması gerek(iyor) …Roman tefrikaları, öykü, şiir, tiyatro, eleştiri, deneme, hatıralara yer veren süreli yayınlarımız, son yıllara kadar Türk edebiyatının kütüphanesi olmuştur.”