SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; BELGESEL SİNEMA ATEŞİNİ YAKANLAR…

BELGESEL SİNEMA ATEŞİNİ YAKANLAR…  

M.Sadık Aslankara
(13.10.2022 YAZISIDIR.)

Hep birlikte bunu bekliyormuşuz meğer, karantina günleri hiç mi hiç geri gelmeyecekmiş duygusuyla her birimiz attık kendimizi dışarıya. Sinema kadar tüm etkinlikler de doludizgin bir mevsimden içeri daldı, aynı hızla sürüyor.

Bu arada bütün festivaller, kısa film kadar belgesellere de yer açıyor, peki biz gereğince izleyebiliyor muyuz bu kısa filmleri, belgeselleri?

Gelin “belgesel sinema” olgusu üzerinde duralım biraz, geriye dönüp lekeler halinde bunun ortaya çıkışındaki izleri sürelim.

Bilindiği üzere belgesel sinemamızın tarihinde iki değerli düşünücü, sanatçı bilimci Sabahattin Eyuboğlu-Mazhar Şevket İpşiroğlu buluşması büyük önem taşıyor. Sonradan Aziz Albek de ikiliye katılacak, böylece belgesel grubu kendiliğinden çıkmış olacaktır ortaya.

Başlangıç notlarını şöyle paylaşabiliriz kısaca…

Arslan Kaynardağ, Mazhar Şevket İpşiroğlu’na “Sizi film çalışmalarına iten nedir?” diye sorduğunda, İpşiroğlu’nun yanıtı şöyle:

“Her şeyden önce somut düşünme yolunda resmin gücünden yararlanmak istedik. / Bağımsızlık savaşından sonra ‘anavatan’ kavramı bizim için yeni bir anlam kazanmıştı. (…) Gelip geçen tüm uygarlıklarıyla Anadolu’yu kutsal bir kalıt olarak görüyor ve benimsiyorduk.”

Ardından ekliyor İpşiroğlu:

“… Eyuboğlu ile yapmaya başladığımız filmler eski Anadolu uygarlıklarının halka tanıtılması, sevdirilmesi ve benimsetilmesi amacını güder.” (“Mazhar Şevket İpşiroğlu’yla Konuşma” [Konuşan: Arslan Kaynardağ]; Yazko Felsefe Yazıları, 3.Kitap, 1982)

Burada duralım, madem söz Eyuboğlu’ndan açıldı, gelin ona kulak verelim önce, başlangıç için söylediklerini kendi ağzından dinleyelim:

“Sinemanın, anarşiden kurtulduğu zaman yapacağı şeyler arasında geniş, çok geniş bir destan, bir ‘asırların efsanesi’ni görür gibi oluyorum. Öyle bir efsane ki, Hugo’nun muhayyilesini aşacak; telkin kudretini statik ve dinamik bütün sanatlardan ve malzemesini bütün insan bilgilerinden alacak; dünyayı insanlarla beraber yeniden kurup yaşatacak. Bu kadar geniş bir terkip için, kafası küre kadar büyük bir dâhi lazım ki, onun henüz müjdecisi bile yok.”

“İstanbul Üniversitesi Film Merkezi’nin… … amacı sinema diliyle yurt ve dünya seyircilerine bir çeşit Anadolu destanı sunmaktı. (…) … Şimdiye kadar yapılmış olan filmlerin hepsi Anadolu sanat tarihinin birer yaprağı niteliğindedir.”

“Filmlerin hiçbirinde bir önyargıyı ispatlama, Anadolu tarihinin belli bir dönemini benimseyip ötekileri küçümseme yolu tutulmamış, putperest, Hıristiyan, Müslüman bütün çağlara aynı öğrenme merakı, aynı gösterme ve değerlendirme çabasıyla bakılmıştır. Bir kiliseyle bir Osmanlı minyatür kitabı, bir Roma su bendiyle bir Selçuk kervansarayı, Göreme freskleriyle Fatih albümü aynı önemle ele alınmıştır.” (Sabahattin Eyuboğlu; Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem Yayınevi, 1997, ss. 621, 631, 632)

Sinema bilimcisi ve belgesel sinemacı Berrin Avcı, Eyuboğlu-İpşiroğlu buluşmasıyla ortaya çıkan enerjinin oluşumunu şöyle aktarıyor bize:

“… Eyuboğlu, düşünsel çalışmalarının sadece kuramsal düzeyde sergilenmesi ile yetinmez. Asıl çabasını, Anadolu kültürünü oluşturan sanat varlıklarını bulundukları doğal ortam içinde en iyi belgeleyecek araçlarla, insana seslenmeye harcar. Büyük halk topluluklarına ulaşan sinemayı bu araçlardan biri yaparak, Anadolu’nun eşsiz kültür hazinelerini film yoluyla tanıtmaya girişir”

Belgesel sinemanın, “İstanbul Üniversitesi Film Merkezi’nin yaptığı çalışmalarla gelişme olanağı bul(duğunu)” belirten Berrin Avcı, “Bu açıdan Türk belgesel sineması tarihinde İstanbul Üniversitesi’nin çalışmaları(nın) büyük önem taşı(dığını)” da vurgular.

Berrin Avcı, “Eyuboğlu ve İpşiroğlu’nun belgesel film çevirme düşüncesi(nin), uzun araştırmalar sonucu buldukları Türk sanatına özgü çeşitli değerleri, geniş bir kesime yaymak kaygısı ile doğ(duğunu)” belirtip ekliyor:

“İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nden bir grup bilim adamı ile ilk çağlardan günümüze kadar Anadolu uygarlıklarını tanıtmak için bir dizi belgesel film çekmeye karar verirler.”

Belgesel sinemamızda bundan sonrasında yaşanan alevlenişi, Aziz Albek’in tanıklığını da ekleyerek şöyle hikâye ediyor Berrin Avcı:

“İstanbul Üniversitesi Film merkezi’ndeki pek çok filme görüntü yönetmenliği yapan Aziz Albek, bu düşüncenin gelişimini şöyle açıklar:

“İstanbul Üniversitesi Film Merkezi’nin kuruluşundan önce belgesel film veya film dili ile Sanat Tarihi konularını anlatma düşüncesi Eyuboğlu ve İpşiroğlu arasında benim hatırladığıma göre, 1952 ve daha önceki yıllara dayanır. Bu konular araştırılıyor ve düşünceler geliştiriliyordu. Bu gelişmelerle 1954 yılında, Film Merkezi’nin kuruluş çalışmaları aşamasında ‘Hitit Güneşi’ filminin çekimleri başladı.” (Berrin Avcı; Belgesel Sinemacı Yönüyle Sabahattin Eyuboğlu, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Yayınları, 1999 ss.47, 54, 55)

Belgesel sinemamızın önemli bir dönemecine yönelik hikâye böyle özetlenebilir kabaca, ama tarihi, bununla başlıyor değil. Başlangıç konusuna özgülenecek tarihçe ayrı bir yazının konusu.

Ne ki burada ta yetmiş yıl önce belgesel sinemanın bu üç şövalyesi, yapacakları işe dönük nasıl bir ilkeler dizgesi üzerinde duruyor, kolları sıvarken neleri hedefliyor, bu yanına bakalım işin.

Gelin bunu da, haftaya bırakalım, yazıyı kaldığımız yerden sürdürelim.