SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; BİR KIYIYA ÇEKİLMİŞ YAZARLAR;

BİR KIYIYA ÇEKİLMİŞ YAZARLAR…

M.Sadık Aslankara
(25.02.2021 YAZISIDIR.)

Yazının girişinde daha, şöyle bir cımbızlama getirelim gelin:

Yayın dünyası, “artık” kapitalist ilişkiler temelinde yol alıyor, edebiyat-sanat olgusu temelindeki niteliklerin dikkate alındığı bir işleyişle değil.

“Artık” sözcüğünü, özel vurguyla aldım araya. Çünkü buna aykırı örnekler yok değil, ama idealist tutum ve kavrayışla yayıncılık yapanların, sürgit böyle bir tutumla işlerini sürdürebilmeleri mümkün mü; maddi olanaklarla sınırlı bu.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de bunu enikonu denge içinde sürdürmeye çalışan, en azından bu yönde çaba gösteren yayıncılar gördük, görüyoruz. Politikaları kendilerine sanatsal dayanak getirse bile söz konusu bakış, yayıncılık anlamında referans da oluşturduğundan bunun yeniden tecimsel veriye döneceği öne sürülebilir kolayca.

Bu öne sürüşler, sanatın öteki alanları, dalları için de geçerli. Öyleyse özet olarak söyleyecek olursak sermayeyle kol kola girmiş bir yayıncılık, kapitalist ilişkiler ağında kendine bir yer bulmak zorunda demektir.

Uğur Mumcu, ticarette en yararlı sermayenin tiyatro yapmak için kullanılan sermaye olduğunu söylemişti geçmişte. Otuz-kırk yıl önce geçerliydi belki bu, ne ki bugün tiyatro da kısıldığı bu kapandan kendini kurtaramıyor yazık ki. Nitekim gün geçmiyor, bunu destekleyen haberlerle karşılaşıyoruz. Belgesel sinemada da işler artık proje temelinde yapılandırılıyor, böyle olduğu için de kazanç olgusu göz önünde tutuluyor hep.

Edebiyat, tiyatro, belgesel sinema, üretim alanlarım olduğundan bunlar üzerinden geliştireyim istedim konuyu. Zaten alanlara yönelik çabam, emeğim yetmeyeceğinden hiçbir kazanç beklemeksizin buna dönük dıştan maddi katkı sağlamaktan geri durmadım hiçbir zaman.

Böylesi çabalarla pek çok genç sinemacının, müzisyenin, ressamın vb., kendi ailelerinin başına tebelleş olduğunu, hatta kimilerinin âdeta kumar oynarcasına aile varlığını öne sürerek yaptığı sanatsal çalışma sonunda aileyi de güç duruma düşürdüğünü örnekleriyle biliyorum. Öyle ya, bunlar yazılıp anlatılıyor zaten. Diyeceğim ister gönüllülük esasına dayalı sanat yapmaya kalkışın ister tam profesyonel ölçütlere göre adım atın, sonuçta sanat yapıyorsanız, kendinizi bu tecimsel ilişki ağının dışında tutabilmeniz olanaksız.

Yayıncılığın kendini bundan sıyırabilmesi mümkün mü?

Ancak şu da bir gerçek ki, keskin bir yanılsamaya dayalı olarak sanki hâlâ idealist tutumla, mitolojik kahramanlık edasıyla sanat üretilebilirmiş inancıyla yaşıyor, böyle bir duygunun etkisinde kalıyor, bunun içinde debeleniyoruz.

Oysa günümüz dünyasında sistem, ortaya hep yeni bir “av” koyup bu yolla “avcılık” yapıyor; çarkını bu şekilde işletiyor. Özetle sistem, önümüzde hep yeni bir “ökse” düzeni kurmak, albenili algı evreni yaratmak, herkesi böyle bir özdeşleyim duygusuyla, bunun yol açtığı yanılsamayla söz konusu tuzak dizisine, bunun çevrintisine çekip eşliğinde sömürüsünü sürdürmek için her gün kendisini yeniden yapılandırıyor.

Kimi örneklemelerle bakmaya çalışalım bu olguya. Örneğin dünyanın büyük yazarlarını düşünelim, diyelim Dostoyevski, Kafka olsun örneğimiz. Dünyanın her yerinde çevirmenleri, yayıncıları dışında bir telif yasasına bağlı olmaksızın serbestçe yayımlanan iki yazar. Türkiye’de de pek çok yayınevinin dağarında yer alıyor bu iki yazarın yapıtları.

Sistem, böylesi büyük yazarlara bağlılık duygusunu, saygısını, sevgisini iletmekle birlikte hep yeni bir “ürün” yani “yazar” peşinde koşuyor. Çünkü sistem, rekabetçi yanından ötürü soluk almadan yeni bir “at” ve yeni kazançlar peşinde koşuyor hep.

Bir yazarın, akla gelmeyecek farklı yollarla moda haline getirilip geniş kitlelerde, okur kesiminden olsun-olmasın kişinin o yazara yönelmesini sağlamak, onun kitabını okuma isteği uyandırabilmek yok mu; işte sistemin omurgası, bu yaklaşıma yaslanıyor ve sistem bunu büyük kararlılıkla sürdürüyor bana göre.

O zaman sistem, telif bağlamında “ürün” olarak yalnız kendisine ait, kendi malı sayacağı yazara gereksinim duyuyor denebilir pekâlâ. Nitekim yayıncılar, bu ürünler aracılığıyla rekabete girip ürünleri odağında birbiriyle çatışıyor.

Buna göre önem, yazın sanatı, edebiyat odağına yönelik değil ürün çevresinde yaratılabilecek çevrintiye yükleniyor.

Yarışmalar, ödüller, çoksatarlık vb. olgular, bu düzenekle örtüşür bir görüntü veriyor sanki gide gide.

Eğer yazar kendiliğinden bir kıyıda durmayı benimsiyorsa sorun yok tabii, ama sistem etinden kemiğinden, sütünden yumurtasından, yününden derisinden, şunundan bunundan yararlanıp sırtını dönüyorsa eğer, yazarı kıyıya çekiyor demektir, bunun anlamı bu.

Bu anlamda pek çok yazarımızı, yazıya örnek olarak alabilirim aslında, ama hiç de istemeden, aklımdan da geçirmeden içlerinde incinmişlik duygusu yaşayabilirler diye düşünüyorum, bu kadarını söylemekle yetineceğim.

Ama bu yazarların kendiliklerinden bir kıyıda bekleme kararı aldığını da sanmıyorum.

Demek ki sistem, kendilerince işleri bitmiş görünen yazarları bir kıyıya çekiyor.

Edebiyatın mezbahası işte böyle çıkıyor ortaya.