SÖYLEŞİ; Halil İbrahim Özcan; M.Sadık Aslankara’yla Söyleşi

Derinden Akan Irmakta Fısıltılı Söyleşi:
Mehmet Sadık Aslankara

Halil İbrahim Özcan

Bu ayki söyleşi konuğum kültür dünyamızın atom karıncalarından biri yazar, tiyatrocu, belgesel sinemacı Mehmet Sadık Aslankara’dır. M. Sadık Aslankara’yı bilen bilir, zaman zaman kenarda duruyor gibi yapsa da elli yılı aşkın süredir yazdığı öykü, roman kitaplarıyla yazın dünyamızdadır. Kırk yıla yakındır belgesel sinemayla içli dışlı yaşamaktadır. Tiyatro ise onun önemli yaşam alanlarından biridir. Sabırlı, dirençli ve en önemlisi her daim pozitif yorumlarıyla edebiyatın umut olanaklarının yolunu açarken de oldukça sabırlıdır.

Öykü kitapları:  Uykusuz Sakız (2001), Cicoz (2008), Ondancı (2019);  Romanları: Bin Yüz Bir Giz (1993), Selgesus’ta Buse (1996),  Sığınak (2003),  Le (2010), Ömürdeğer (2014), Şano (2017) ; Oyunları:  Kevser’di (1989), Toplu Oyunları 1 / Kevser’di, Ev-Ses, Hayal Ustası (2004),  Kırk Yaş Düşleri (2009).

 

Sadık Ağabey sizinle ilk karşılaşmamız o hep hatırlanacak olan “Ankara Öykü Günleri”nden birindeydi. Uzunca bir masada günün değerlendirilmesi yapılıyordu. Orada tanımıştım sizi. Ama sizden haberim vardı bir okur olarak. Daha sonraki günlerde ise sizin çalışma temponuza ve disiplininize hayran olmuştum.

Bildiğim kadarıyla 2003’ten bu yana Cumhuriyet Kitap’ta “Kitaplar Adası”nı, 2005’ten bu yana da, Tiyatro Tiyatro’da, “Sadık Seyirci” başlığı altında yazdınız. Sonra www.tiyatrodergisi.com’da yazmayı sürdürdünüz. Benim takip edemediklerim de vardır kuşkusuz. Size şunu sormak istiyorum; yazma isteğinizi ve sürekliliğinizi kamçılayan, yazma isteğini besleyen öğelerden bahsetseniz nelere öncelik verirdiniz?

Okuma tutkusu yok mu Halil İbrahim, bulmak yerine aramaya dönük çaba, insanın zihin-bellek havuzuna sürekli taze su gelmesini, ama bir taraftan dolarken öte taraftar boşalıp yeni kaynaklardan farklı suların akmasını sağlıyor. İşte bu, insanı her daim diri tutan, kendi enerjisini üretmesini sağlayan şaşmaz bir türbin. Okumaya bunca düşkün olmasaydım onca yazıyı kaleme almaya cüret edebilir miydim, bak buna yanıt vermekte zorlanırım işte. Okudukça okudukça bambaşka biri olup çıkıyor insan. Ben de, işte öyle değişerek, kendimdeki bu değişimlerin peşine düşüp serüvenlere atılarak yaşıyorum hep. Bir gün öncenin Sadık’ı olmaktan çıkıp bir gün sonranın Sadık’ına dönüşünce, ister istemez ötekilerini, gelecekteki Sadıkları merak ediyorsun ve bu enerji çakışması böylece sürüp gidiyor.

Siz aynı zamanda iflah olmaz profesyonel bir tiyatro tutkunusunuz. Oyunculuğundan, dramaturgluğa oradan oyun yazmaya kadar hemen her yerinde oldunuz tiyatronun. Son yıllarda ülkeyi yönetenlerin tiyatroya bakış açılarından olsa gerek, ilgide çok kültürlülük anlamında bir yoksulluk yaşanıyor mu yoksa bana mı öyle geliyor?

Tiyatro, tam anlamıyla bir boy aynasıdır aslında; her birey, aile, toplum, devlet, halk, dil, din, kültür, düşünüş, ahlak, hukuk, cinsellik, akla ne gelirse tümü, onda kendini görebilir. Bunun için bir tek Shakespeare’i anımsayalım yeter, gerisi kendiliğinden gelecektir. Bu nedenle hiçbir iktidar-erk, tiyatrodan hoşlanmaz. Yüz elli yıl önce Namık Kemal ve Vatan yahut Silistre nasıl karşılanmıştı? Gedikpaşa Tiyatrosunda ulusal uyanış yaşanırken saray alkış mı tutmuştu buna? Nâzım ve İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu? nasıl karşılanmıştı? Stalinci erk hayran mı kalmıştı? Bugünkü iktidar da sonuçta öncekiler ne yaptıysa onların ardından gidiyor. Oysa Haldun Taner ustamızın dediği gibi tiyatrosuz kalan insan güdükleşir, ama tiyatrocu pes etmeyeceği için insanoğlu da hiçbir zaman güdükleşmeyecektir, unutulmasın!

Yazınsal Liyakatten söz edecek olsak neler söylenebilir?

“Liyakat”, bir “değer” kavramı, ama yazın için de olmazsa olmaz bir öneme, işleve sahip. Bunu “yazınsal duyarlık”la birlikte “yazınsal liyakat” biçiminde aldığımızda iş, başka boyuta geliyor. Yazarlık, bir bağlanmadır, Yunusça söylersem, “yazın” için kırk yıl düzgün odun taşımadır. Yazarlığa, yazın dışı bir başka amacın taşıyıcısı olarak yani bir Truva atı anlamında yanaşamazsın. Şöyle bir uğrayayım, eh biraz tanınıp ünleneyim, piyasa yazarlığı yazıp para kazanayım filan gibi yaklaşımlar, alana herhangi bağlılık gösterilmeden, dil-yazın emeği verilmeden ortalıkta gezinmeler yazarlıkla ilişkilendirilemez. Yazınsal liyakat derken, önce bunu anlamak gerek. Sonra bunun yazara düşen teknik bağlamında zanaat, yaratı anlamında sanat olarak liyakat gerektirdiği de unutulmamalı.

Yaklaşık bir yıldır süren koronavirüsün yol açtığı ıssızlıkta insanların kendileriyle yüzleşebilir hale geldiğini şu günlerde insan yaratıcılığının şiire, öyküye, müziğe, resme, yontuya katkıda bulunacağına inanıyorum. Biz gelecek için güzel günleri ümit mi edelim yoksa ölüm oyunu dansı olarak mı izleyelim ne dersiniz?

Dünyada yaşananlar, gerek doğanın gerekse tarihin zoru olarak engin deneyimler kazandırıyor elbette, sonuçta bu olgu, insanlığın bilincinde kalıcı etkiye dönüşüyor ister istemez. Dünün sorunları başka başkaydı, hatta görece belki daha lokaldi, daha ağır bir zamanlamayla yaşanıyordu, oysa günümüzde yaygınlıkla birlikte kitlesellik debisi de yükseldi bunun, yaşanma hızındaki ivme de alabildiğine yükseldi. Ne var ki sanat, bu gerçeklikle yüzleşirken, sanatçı bunu canında, ruhunda duyumsarken soyutlayımını, dönüştürümünü yapıp ancak bu yolla yerli yerine oturtabilir. Tam bir toplumsal deprem olarak yaşadığımız Gezi olgusunun üzerinden çalakalem epeyce bir çırpıştırma olmuştu ama bunların hiçbiri şu birkaç yıla bile dayanamadı. Sanat, aceleye gelmekten, getirilmekten hoşlanmaz. Bekleyip hep birlikte göreceğiz Halil İbrahim.

Yazar masası boş kalmaz hele sizin ki hiç boş kalmaz. Masada neler var ağabeyim?

Tiyatroyla belgesel sinema, birer kolektif sanat. Bu yüzden bunlara yönelik bir öngörü getiremiyorum, ancak bireysel bir sanat yapma biçimi anlamında yazınsal çalışmalarım, masadaki işlerim için neler söyleyebilirim? Bunu düşününce de aklım karışıyor doğrusu. Çünkü bir yanım öyküde romanda, bir yanım oyunda, deneme eleştiride. Masam da ellerim kollarım da üstüm başım da öylesine dolu ki bunlarla, hangi birinden söz edeceğim kestiremiyorum doğrusu. Diyeceğim, ben ancak çalışıp yazarak yaşayan biriyim. Ama ilk işinin okumak olduğunu bilen, bunu asla unutmayan bir yazın yolculuğu sürdürdüğümün de bilincindeyim elbette.

(İstasyon; Şubat 2021, Sayı.5)