SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; BİR METNİ YAZINSAL YAPAN…

BİR METNİ YAZINSAL YAPAN…

M.Sadık Aslankara
(16.6.2022 YAZISIDIR.)

Adı bilinen, klasikleştiği düşünülen ya da kabul edilen yazarların elinden çıkmış da olsa, imza salt bir yazara ait diye, o metnin ille “yazınsal” olarak kabul edilmesi gerekmez, çünkü her metin, onu kaleme alanın adıyla değil o metne verilen yazınsal emekle, kazandırılan nitelikle değer kazanır.

Bir yazar, elbette yazacağı her metnin, yazarlık hüneri yansıtmak zorunda olacağını bilir, her satırı için titizlenir, özen gösterir, ne var ki yazınsal değerin ayrı bir yerde durduğunu, çiziktireceği her metnin, ne denli özen gösterse de derli toplu, düzgün konum taşımak dışında yazınsal açıdan bir öneme, değere karşılık gelmeyeceğini bilir.

Başta böyle bir belirleme yaparak gireyim istiyorum yazıya. Bu, şu vurguyu ön koşul getiriyor: Her metin, kimin tarafından kaleme getirilirse getirilsin yazınsal açıdan her seferinde yeniden ele alınıp değerlendirilir, bu doğrultuda önem, ağırlık taşır.

Daha önce de, “Romanı İngilizceden Okuyup Türkçede Yazmak…” başlığı altında soruna değinmiştim. Ayrıca farklı başlıklar altında pek çok yazı kaleme aldım yazınsal değer konusuna dönük. O nedenle şuracıkta çiziktirdiğim satırlar da bunların devamı gibi alınabilir pekâlâ.

Bir yazarın, herhangi romanı anadili dışında bir dilden okuması roman sanatına değgin elbette katkı sağlar kişiye, ancak bu yarar, romanın anadilde verimi bağlamında tahmin edildiği oranda bir katkıya dönüşmeyecektir, bu unutulmamalı.

Yazarın, anadilinde okuduğu herhangi roman, diyelim başarısız da olsa, başka bir dilde okunan çok başarılı bir romanın getireceği yarardan çok daha fazla katkı sağlayabilir, özellikle anadilin kullanımı açısından. Üstelik günümüz yazarlarının, hiç de hafifsenemeyecek bir bölümünün kendi anadilini kullanmayı hakkıyla beceremediğini, çünkü kendi kullanışı, işlemesi anlamında anadilinde gereğince dövüşüp sevişmediğini çok açık görebiliyoruz.

Edebiyat yapılmak üzere oturulduğunda, bu süreçte anadili, doğuştan öğrenilip sürdürülen, kullanılagelen anne dili olmaktan çıkar, ancak matematik-algoritma, fizik-kimya, felsefe-mantık vb. dilinde gözlendiğine benzer biçimde farklı bir dile dönüşür.

Özetle Monteigne’nin geçmişte beğeniyle sözünü ettiği “pazarcıların kullandığı dil”den de yararlanılabilir elbette, ne ki bu dille, sokaktaki insanın, en iyimser kestirimle birkaç yüz sözcükten oluşan diline dayanılarak edebiyat yapılamaz, yaratılamaz. Pazarcının diline yer açılacaksa eğer, bu da yine anadilin gerekleri yönünde, bu yöndeki yazınsal dayanaklar göz önünde tutulup bunlar yerine getirilerek yapılır, sonuçta pazarcı dili, pazarcının kullandığı dilin dışında, yine de anadilde pazarcıya özgülenecek bir dille ayrıca kurulur. Aynı şekilde “sokak dili” dediğimiz dil de bunu gerektirir. Nitekim Leylâ Erbil’in, böylesi bir dili kullanmak isteyecek olanlara Metin Kaçan’ı, onun yazında işlediği yazın dilini, “aşılması gereken bir dağ” bağlamında örneklemesi, boşuna değil.

Asla unutulmamalı; edebiyat, en başta bir soyutlayımdır, dönüştürümdür. Bütün bunlar dilde gerçekleştirilir; soyutlayımda, dönüştürümde temel dinamik dile yaslanır çünkü, dramatik yapı da dille kurulur, bunlar tümüyle sözcüklerle kurulup işlenir, öyle yapılandırılır. Büyüyü de dil koyar ortaya, bu anlamda dil, âdeta bir büyülü muska olup çıkar, kurgunun gizemle buluşması da yine dil aracılığıyla gerçekleşir.

Bunun içindir ki anadilini kendi emeğiyle işleyip geliştiremeyen, sonuçta güdük bir dille edebiyat yapmaya girişen kişi, asla göz dolduran bir edebiyat koyamaz ortaya. Burada Haldun Taner’in, “güdük”lükten söz ederken entelektüel bir hastalığa vurgu yapıyor olmasının da üzerinde durulabilir.

Oysa günümüzde kaleme getirilen kimi metinlerin apaçık orta malı olmuş, kullanılırken sakızlaşmış, akla geldiğince, ağza takıldığınca yuvarlanıveren bir sözcük yelpazesiyle, sokak diliyle örüntülenmesi olgusu, insanda edebiyatımıza dönük alabildiğine kaygı uyandırıyor.

Sözcük çeşitliliği, sözcük sayısındaki zenginlik, yeni ya da değişmeceli sözcükler, çağrışımlı, artalanlı kullanımlar, farklı imgeler, eğretilemeler, yepyeni söylemler bir yazınsal metinden beklenen dilsel vaatlerdir. Öte yandan yazar, metninde bu kullanımıyla ortaya koyduğu anadili defterini kapatıp sonraki metninde, öncekilerde olmayan farklı, zengin bir dil havı sergilemek, okuru her seferinde şaşırtmacalı yazınsal duyarlık eşliğinde hop oturtup hop kaldırmak gibi bir görevle de karşı karşıyadır. Bu, herhalde yalnız şairlere düşen bir iş sayılamaz. Öyle ya yazarların da düzyazıdaki ana görevidir bu.

Öte yandan anadili bir ses, ritim, ezgi çoğulluğu, çokseslilik örtüşmesidir. Yazar, kullandığı dili, bu yanıyla da parlatmak zorundadır. Onun için de olanca çabasıyla dilinin şairleriyle birlikte yol kat etmek, onların yazınımıza kazandırdığı farklı söylemleri, birer öneri bağlamında değerlendirilebilecek getirilerini dikkate almak, bunlara alan açmak zorunluluğu içindedir.

Bütün bunlar bize, bir metni yazınsal yapanın en başta dil olduğunu gösteriyor, bu dil bilinmelidir ki o metin yazınsal nitelik taşıyabilsin. Çünkü edebiyat, metinde anlatılan değil kurulandır, bu kurulanın da tek dayanağı vardır, o da dil!

Bir metnin edebiyat metni olabilmesi için onun dilde bambaşka bir evren yaratmış olması beklenecektir. Bu, salt şaire düşmez, şairlerin görevleri yazarların da üzerindedir.

Bu yüzden değil mi, günümüzde yazınsal metin, böyle bir metnin yaydığı büyü, mumla aranacak kadar zor bulunuyor, bir mucize kabilinden çıkıyor insanın karşısına.