DERS VERMEYE ŞAHİN ÖDEV OKUMAYA KUZGUN…
M.Sadık Aslankara
(31.08.2023 YAZISIDIR.)
Yazıyı, yıllar önce “Yazmaya Şahin Okumaya Kuzgun…” başlığı altında yine bununla uyumlu kaleme aldığım karaladıklarımın değişkesi bağlamında alabilirsiniz.
Söz konusu yazıda, kendi yazdıklarına âşık, kendisinin olmayan metinlereyse hep küçümseyici tutumla, uzak bakışla yaklaşıp ilgisiz davranan, bunları âdeta ötekileştirici yazarları konu edinmiş, yazınımızda bunun bir “hastalık” olgusu bağlamında alınması gerektiğini vurgulamaya çalışmıştım.
Böyleleri, küçük dağları ben yarattım diyen kibirli halleri yanında boş teneke misali aslında nasıl tıngırdadıklarının da ayırdına varamaz bir türlü. Bunların kimileri de “Ağır ol, molla desinler,” deyişindekine benzer yaklaşımla, özellikle konuşmaktan kaçınıp suskun görünürler ki, çevresindekilerce “allame” olarak algılansınlar.
Her yazısıyla değilse bile yazılarında genelde ufuk açıcı değişimler, farklı açılımlar sergileyen, bizi durduğumuz yerden hareket ettirip bir başka açıya taşımayı hedefleyen kalemlere, imzalara kimin, hangimizin bir laf etmeye cüreti, hakkı olabilir?
Ama örneklediğim anlamdaki yazarlar karşısında bizi konuşmaktan kim alıkoyabilir?
Bu kez, gençlere ya da yeni imzalara yazarlık yolunda yüksek perdeden durma ders veren, bir yerlerde sanki bunun görünmez bir reçetesi varmış da oradan kopyalayıp bize bunları vazediyormuşçasına kitaplar yazan ama bu arada ders verdikleri gençlerin ilk kitaplarını bile okumayan kimi imzalara getirmek istiyorum sözü.
Diyelim nasıl yazar olunacağını, bu hünere nasıl ulaşılacağını ayrıntılı olarak anlatıp bunları örnekleme yoluna da gidiyor hazret, ama elinin altına doğan, belki de gerçekten nesnel anlamda ders verdiği gençlerin, kendi derslerinden kalkarak verimlediği ilk kitap örneklerine bir türlü getiremez sırayı.
Ya gönül indirmez bir türlü buna ya da umursamaz böylesi ilk kitapları, yayımlanan bu örnekleri önemsemediği için mi okumaz yoksa ruh-düşünce dünyasının kirleneceğinden mi ürker bilemeyiz, buna “Pes!” dememek elde mi?
Bakın şöyle kitapçılara, kaba bir göz atmayla bile kişisel gelişim bölümlerinde pek çok kitaba rastlayabilirsiniz kolayca. Şiirmiş, öykü-romanmış iyi bir yapıt için nelere nasıl dikkat edilip yazarlığa ne tür ilkelerle yaklaşmanın doğru olacağını, iyi bir metin için nelere dikkat edilmesi, yazarlıkta nelerin yapılması, nelerden kaçınılması gerektiği, bunun için neler yapılabileceği konusunda pek çok soruya yanıt getirme çabasında kitap karıştırabilirsiniz.
Bizimkileri küçümsemeye yatkın yeni başlayan kimi safdiller için yabancı yazarların nokta vuruşlu yazarlık kitaplarına da çokça rastlayabilirsiniz burada.
Oysa yayımlanan her kitap, yazarın bizlere taşıdığı bir söz değeri taşır. Yazmış, yayımlamıştır. Bu kitap, türü her neyse şiir, öykü, roman künyeye girmiştir. Artık böylesi bir kitap vardır; diyelim öykü, siz bunu beğenseniz beğenmeseniz de böyle bir kitap, diyelim ilk öykü kitabı, yayın dünyamıza katılmış, öykü dağarımızda yerini almıştır.
Neresinden baksanız tuhaf bir durum. Öyle ya, öykünün nasıl yazılacağı, nasıl yazılması gerektiği üzerine kalkıp kitap yazacaksınız, ama bu arada öykülerini sanki sizin yazdıklarınızı okuyup da yayımlamışçasına ortalıkta boy gösteren genç öykü yazarlarına hiç mi hiç ilgi göstermeyeceksiniz.
Adı böyle olmasa da kabaca öykü nasıl yazılır diyerek kitap yayımlamış yazarların en azından kendi yazdıklarıyla başkalarının verimlediği örnekleri karşılaştırarak bir bireşime gitmesi gerekmez mi?
Tamam, kabul, ilk öykü kitabı pek çok zaaf gösterebilir, belirgin hatalar da barındırabilir pekâlâ, hatta gözden kaçmış basit düşüklükler, sıradan yanlışlar bile gözlenebilir metinde. Ne var ki, öykü nasıl yazılır diyerek yola çıkıp kaleme sarılmış birinin, yazdığı kitabın uygulayıcısı olmasa da yeni bir yazarın yayımladığı bu tür ilk öykü kitabını kendi önerileriyle karşılaştırıp denetlemeye, bir sonuca varmaya dönük istek duymaz hiç mi hiç, bu konuda kıpırdanmaz mı öykünün nasıl yazılacağı üzerine ahkâm kesen biri?
Bu konularda kendimi bir açıdan “muhatap” sayıp kaleme sarılışımın tek nedeni var; öykü nasıl yazılır türünde kitabım yok tamam, ancak öykü sanatımız üzerine yüzlerce yazı yayımlamış, bir o kadar öykücünün ya da ilk kez yayın yapan yeni yazarların kitapları üzerine yazı kaleme almış biri konumuyla bu olgudan söz etmeyi gerekli görüyorum.
Yukarıda söyledim. Her yeni yazar, ilk kitabıyla aslında bir çığlık atıyor yazın ortamında. Ama eğer bu çığlık karşılık bulmuyor, bu çığlık üzerine farklı kişilerce ileri geri düşünceler dillendirilip yayılmıyorsa, bu yönde özetlemeye giriştiğim kopukluğun, yazınımız açısından hiç de olumlu sayılamayacağını bir an olsun akıldan çıkarmamamız gerek.
Edebiyat, sanat, bilim, felsefe bu kadar ucuz değil.
Yapılan yayın hiçbir değer taşımayabilir, ama çığlık atan yazar, hele de ilk çığlığını atıyorsa, bu asla karşılıksız bırakılmamalı. Kötüyse kötü olduğunu söylemekten kaçınmak değil, doğruyu söylemek elbette, ona ayna tutmak işin doğrusu. Bir ikinci çığlık atmaya niyetliyse eğer yazar adayı, hele hele hayatında hep çığlık ata ata direnmeye kararlıysa o zaman bu yönde tek bir söz bile ona katkıya dönüşebilir, bu da hiç kuşkusuz yazınımız için bir katkı anlamı taşır.
Yazınımızda ilk adımını atan biri, hele bu, önü arkası henüz yirmilerinde bir delikanlıysa, attığı çığlığına karşılık salt yankılanan derin bir suskunluk karşılıyorsa kendisini, elbet bakınacak sağa sola, dışa çıkarmak için düğümlenen bir soru gelip yerleşecek içine:
“Hiç kimse yok mu orada?”
Böyle bir soruyu sormaması olanaksız yeni yazarın. Binlerce okur satın alsa da kitabını yeni yazarın yine de iki satırlık yazıdır bu sorunun gerçek yanıtı.