SAHAFTAN AL HABERİ…
M.Sadık Aslankara
(07.09.2023 YAZISIDIR.)
Sahafla yaptığınız ilk alışveriş, bir ilişkilenişin de önünü açabilir.
Çünkü bir-iki yeniden uğradığınızda görüşmeleriniz, esnaf-müşteri ilişkisini aşacaktır kısa sürede, hal hatır sormaktan çıkıp ötesine geçerek bir tür özel ilişkileniş biçimine dönüşebilecektir kolayca. Öyle ya, iki insanın, aynı bir nesneye dönük ilgi odaklığı-ortaklığı sıradan bir gerekçe olarak karşılanabilir mi? İşte o zaman bu gerekçe, kişileri, ister istemez birbirine bağlar kolayca, kendileri ayırdına varmadan bunun.
Hoş insan, devamlısı olduğu kitabeviyle, kitapçısıyla da özel ilişki kurmaktan, bunu geliştirmekten alıkoyamaz kendisini biliyorum, çünkü gide gele, önünde sonunda ilişki gitgide özelleşecektir kaçınılmaz biçimde, bu her kitapseverin yaşayabileceği türden bir olgu.
Ne ki, sahafla ilişki, kitapçıyla ilişkinin ötesine geçen bir zamansal kıvam getiriyor, en basitinden yarım veya yüzyıl öncesinden bir kitap üzerine konuşmak, söz konusu dönemi birlikte bir yerlerinden kurcalamak az iş mi?
Öyle ya araya “zaman” olgusu alınırken yazınsal açıdan değil yalnız toplumsal, yaşantısal, kültürel, siyasal vb. boyutlarda söz konusu zamanı dürtüklemek kültürel açıdan kurulan dostluğun çok ötesine geçiyor. Kitapçıyla kitap-yazar üzerinden geliştirilen ilişki, sahafta araya giren böylesi somut zaman olgusuna koşut bir çerçevede farklı bir hikâyeye dönüşüveriyor bir anda.
Hayatta önemli bir yer de tutuyor bu ilişki. Sonrasında gitgide özelleşiyor, çünkü sahaf, bu kitapseverin nasıl biri olduğunu süreç içinde iyiden iyiye öğreniyor. Kitap tutkunu da sahafı tanıyor yine bu süreçte.
Salt ilgi duymayla açıklanamaz olgu. Aynı kitaba, zamana, olguya, tutkuya dokunup bunu kışkırtmanın da, böylesi bir ortaklığın da kaçınılmaz doğal sonucu olsa gerek bu.
Yaşantımda anıp aktarabileceğim bir ilişkim olmadı benim herhangi sahafla. Ama bu tür ilişkileri olan arkadaşlarım var, biliyorum. Onları dinlemek, anlattıkları hikâyeleri gözlerimde canlandırıp sonraları belleğimde bunları yeniden kaydırmak bile başlı başına coşku vermeye yetiyor bana.
Böyle öykü ya da hikâye okumaktan, sahaf ya da kitapçı aracılığıyla kitapların hikâyesine dalmaktan mutluluk duyuyorum. Nitekim gerek dünya edebiyatında gerekse bizde bu doğrultuda azımsanmayacak öykü örneği var.
Bir sahaf öyküleri ya da hikâyeleri seçkisi hazırlamak kim bilir ne denli heyecan verici olur. Nitekim sinemada, tiyatroda olsun böylesi izlek, konu çerçevesinde gelişen filmlerin, oyunların nasıl heyecanla izlendiğini herkes bir biçimde deneylemiştir zaten, bunların insanı, nasıl içine çektiğini de.
Yakın zamanda uğradığım Aslıhan Pasajında bir sahafa, elinde 1930-40’lardan, 50’lerden, özellikle SHD veya Dost, Varlık, Yeditepe yayını öykü kitapları bulunup bulunmadığını sordum. “Yok,” dedi ama yanıtı bununla sınırlı değildi. Çarpıcı bir dile getirişle şöyle dedi sahaf:
“Bu yayınlar hiç durmuyor yerinde. Geldiği gibi gidiyor hemen.”
İçimden bir sevinç esintisi geçti, kendim de şaşırdım buna, neden bir sevinç duymuştum ki, ayrıca sevinç mi duymam gerekiyordu böyle bir haber karşısında?
Öncelikle altını çizmemiz gereken, toplumca öykü/hikâye düşkünlüğümüz olmalı bana göre. Burada, özellikle yazıda “hikâye” bağlamında alabilirsiniz örnekleri. Çok düşkünüz çünkü bunlara.
Ama bu, iyimser bir yaklaşımla bile olsa, yuvarlamayla en azından seksen yıl kadar önce yayımlanmış öykü kitaplarına karşı duyulan ilgi için gerekçe gösterilebilir mi? Böyle bir gerekçe inandırıcılık göstermeyeceğine göre bir “eski kitap” merakı mı kabul edilmeli bu ilgi, doğrusu kestiremiyorum.
Eğer böyleyse, o yıllarda yayımlanan bu kitapların öykü sanatı açısından ya da geçmiş yılların bir kitap yayını bağlamında ciddi değer taşıdığı anlamına geliyor demektir yine de bu.
Kuşkusuz her olasılık, değerle örtüşüyor sonuçta. Hangi gerekçeyle talep görürse görsün söz konusu yayınlar, yine de iyi bir sonuç olarak kabul edilebilir. Oysa günümüzde SHD’nin, Varlık’ın, Yeditepe’nin yayınlarına yoğun ilgi gösterenlerin, dönemler boyunca bunları yayımlayan insanların, bunun için ne sıkıntılar çektiklerini hiç mi hiç akıllarına getirmediklerini düşünüyorum.
Gerçekten Salim Şengil, Yaşar Nabi, Hüsamettin Bozok gibi yayıncıların öykü için katlandıkları sıkıntılar, gösterdikleri özveriler düşünüldüğünde, sonradan bunlara 1970’lerle birlikte katılan Ahmet Tevfik Küflü’nün Bilgi’deki, Erdal Öz’ün 1980’lerde Can’daki atakları birlikte ele alındığında günümüzde birer kahraman bağlamında karşılanması, önlerinde saygıyla eğilmemiz gereken adlar olduğuna dönük ortak kanıya varılabilir bana göre.
Bu beş addan Yaşar Nabi, Hüsamettin Bozok, Ahmet Tevfik Küflü için değil ama, dönemlerinde önemli birer öykücü olan Salim Şengil’le Erdal Öz’ün, kendi öykücülüklerine zaman ayıramamaları pahasına öykü yayıncılığını sürdürmeleri üzerinde ayrıca durulabilir.
İlk üçünün öykü kitabı yayımlama çabası üzerine Rauf Mutluay’ın Varlık Yıllığı 1970’te yıl değerlendirmesine dönük yazısındaki tanıklık ilginçtir:
“Türk hikâyesini ve romanını basıp yaymayı gerekli bir iş ve görev edinen bellibaşlı bir yayınevinin bulunmayışı dikkati çekti. Bu alanda çok sayıda eser sürer görünen iki yayınevi (Yeditepe ve Set) ise, bilindiği gibi, ya özgeçişiyle, ya yazarın yatırım yardımiyle sürdürüyorlar bu çalışmayı. (…) Bu arada Varlık Yayınevinin, bu öncü kuruluşun görev almak istemeyişi; kendi hesabıma benim hiç anlamadığım, açıklaması yetersiz bir özre dayanan bir vazgeçiş tavrı oldu.” [Set Kitabevi, o yıllarda Samim Kocagöz’den, Oktay Akbal’a, Tarık Dursun K.ye uzanan pek çok yazardan öykü kitabı yayımlayan bir yayınevi.]
Hadi buyurun, siz karar verin şimdi; sahaflar bize ne söylüyor aslında?
Gördüğünüz gibi, apaçık olan, öykümüzden yayılan değerin nesnelliği.