SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; KURU FASULYE Mİ KEREVİZ Mİ…

KURU FASULYE Mİ KEREVİZ Mİ…

M.Sadık Aslankara
(14.09.2023 YAZISIDIR.)

Taşıdığımız genetik mirasın, geleneklerin, inançların, coğrafyanın, yaşama ortamlarındaki biçimlerle etkileşimlerin alışkanlıklarımız üzerindeki etkisini tartışmak gerekmiyor.

Çünkü her birimiz, bizden öncekiler tarafından zaten kendilerinin sanki birer prototipiymişiz gibisine tutumla hayata dâhil edilmeye çalışıldığımız bir toplumsal düzen içinde yoğruluyoruz ne yazık ki.

Yine de ama o en genel hayatın içinde kendimizi bütün yaşamımız boyunca bir yolla var edebilmek için çalışarak, bu amaçla kendi heykelimizi yontarak, gerçeğe en yakın biçimiyle ortaya koymaya çalışarak ömrümüzü tamamlıyoruz.

Her birimizin, kendimizi “biz” olmaktan kurtarıp “ben” olmaya doğru yönelerek hayatın içinde kendi yaşamımızı çevirmeye çalıştığımız da bir olgu. Yaptığımız ilk iş ne oluyor peki? Alışkanlıklarımıza sırt dönmek değil elbette ilk ağızda ama bunlarla aramıza bir mesafe, uzaklık koymak yine de başlangıçta.

Herkesin bir nedenle, bir yolla alışkanlıklarının dışına çıktığı, çıkacağı ya da çıkabileceği, herkesten ayrılan bir “iç dünya” kurup yaşayabileceği unutulmadan, ama bu arada tutumunun ötekilerce hoş karşılanmayacağı öngörüsüyle, bu kişilerin yine “eski” alışkanlıklarını sürdürdüğü, sürdüreceği ya da sürdürebileceği veya öyle görüneceği hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalı.

Alışkanlık, yaşama kolaylığı getirir, oysa alışkanlık aynı zamanda bir tür yaşamdaki salaklık örneğidir. Çünkü alışkanlık, sınır getirmektir, insanlığın önünü açıp insanın ufkunu genişletense geliştirici, yaratıcı damar ağının barındığı sınırsızlıktır ancak.

Şunu hiçbir zaman akıldan çıkarmayalım: Alışkanlıklar anadilde ortaya çıkıyor, aynı yolla, yine anadille aktarılıyor.

Yeme içme, barınma, üreme vb. temel yönelimler, bunlarla ilgi tutum, davranış, tabu, yasak, ayıp vb. tüm eylemlerimiz hep anadilde kodlanıp kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Renkler, kokular, sesler, ne gelirse akla…

Kereviz diyoruz, kimilerimize göre dillendirecek olursak, kim bilir belki kokusundan hoşlanmıyoruz, soframızdan kaldırıyoruz örneğin, başka sofralarda önümüze geldiğinde bunu dile getirip bir iki lokma alıyor, almıyor ama bu uzak duruşu sürdürüyoruz, hoşnutsuzluğumuzu pekiştirip kayda geçiriyoruz.

Masallar, anadilin kodlarıyla taşınıyor hep, herkes küçük yaşlarından itibaren birer ses dizgesi halinde belleğine alıyor bunları, sonrakilere aktarıyor. Yeme içme, oturup kalkma, konuşup anlama, sorup yanıtlama, türkü şarkı söyleyip dinleme, akla gelebilecek her ne varsa, bütün bunlardaki olumlama-olumsuzlama böyle böyle birikip birer birikimsel koda dönüşüyor, sonrasında bizim asli belirleyicimiz olup çıkıyor neredeyse.

Söyledik yukarıda; alışkanlık, yaşama kolaylığı getiriyor, insan varlıksa inadına tembel, sömürgen, kolaycı. En az sözcükle yarattığımız kendi anlam dağarlarımızın altında bir bakıma bu gerçeklik yatıyor, denebilir.

Beğenilen masaldan beğenilen şiire, öyküye, romana geçiş de bu yolla oluyor. Tek neden, “beğeni” olarak gösteriliyor bu arada. Sözgelimi “kuru fasulye”, bir beğeni koduyla zihne kazınmıştır, silinmez, kökeninde bir ölçüde düşünsel-eylemsel tembelliğin, sömürgenliğin de yattığı kolaycı yaklaşımla, kuru fasulyeyi yeğlediğimiz zaman bunun bizi hoşnut edeceği koduyla bir anda uyumlu davranış sergiliyoruz.

Böylelikle kuru fasulyeye alabildiğine açık olurken kerevize ama gitgide kapalı hale geliyoruz. Deneye, denemeye kapanıyoruz, kendimize has özgün rengimizi yitirmeye koyulurken aslında böylelikle herkesleşme konusunda daha çok herkesleşerek âdeta herkesin önüne geçmek için çabalayıp yarışıyoruz.

Kerevize kapatıp kendimizi hep kuru fasulyeye açık olduğumuzda bu durum, edebiyata, sanata, tüm kültürel alanlara uzanıp bunları da etkisi altına alıyor, bir hegemonya haline dönüşerek tüm edimlerimize yayılırken, hükmü de baskın hale geçen bu hegemonyal kararlılık veriyor.

Beğendim-beğenmedim; iki sözcük yetiyor bu konuda.

Neden beğendin? Yanıta gerek yok? Neden beğenmedin? Yine yanıta gerek yok.

Şiir; beğendim-beğenmedim.

Öykü; beğendim-beğenmedim.

Roman; beğendim-beğenmedim.

Tiyatrodan sinemaya, resimden müziğe tüm sanat alanlarında, tek ölçü herkesleşip birörnek onay verdiğimiz bu hegemonyacı karar.

Çünkü söz konusu karara katılarak kendimizi bireysel kuşkularımızdan, üretebileceğimiz sorulardan koparıp dinamitleyerek tahrip etmiş olduk bir bakıma, öyle ya, biz artık kerevizi asla istemeyiz soframızda, bizim için tek gerçeklik tek doğru kuru fasulyedir, bu kadar.

Şiir mi, aman deneysel şiir olmasın, o kerevizdir. Tu kaka. Kendi manzumeleriniz dışında saydıklarınızın hiçbiriyle ilgilenmeyeceksinizdir artık.

Hikâye-öykü fark etmez; mesel havasındakiler dışında kalan, adına hikâye ya da öykü ne dersek diyelim bunlar da sizin için herhangi anlam taşımaz. Size, aynı kısır döngüyü izleyen zincirleme anlatılar yetecektir çünkü. Gerisi tu kaka.

Roman mı, aman sıra dışı olmasın, sıra içi olsun, bildiğimi okuyayım hep; aynı romanlar, aynı kurgular, kendini yineleyen anlatımlar. Her şey bana benim bildiğimi anlatsın, bendeki tadı yinelesin hiç durmadan, ben bundan hoşlanırım, bunu beğenirim, ötesini zinhar istemem! Ne tiyatro sinema ne resim müzik vb.

Beğendiğim şiir, öykü, roman, öteki sanatlar, yeni bir ses, renk, anlam istemem asla. Birer dua halinde hep beğendiklerimi isterim ben, onları yeniden okurum, dinlerim, seyrederim, görürüm, izlerim, bu bana yeter.

Arada, “tarhana bulgur okumak”tan söz ediyorum ya, bunları da söylemiş oluyorum aslında. İlk iş, beğendim-beğenmedim, bunu temellendirmek o halde.