İLK KİTAP İÇİN BU ACELE NİYE?
M.Sadık Aslankara
(21.09.2023 YAZISIDIR.)
Bir yazar, nice yaş da alsa, erişkinleşip nice olgunluğa da ulaşsa yayımladığı ilk kitap, hep ilk kitap olarak kalacak, kayıtlara “ilk kitap” notuyla geçip bu notla anılacaktır, kaçınılmaz bir gerçeklik bu; “ilk kitap”ın ilk kitap olarak üzerinde durulabilecek yanıyla ilgili niteleme anlamında.
İlk kitap, ilk doğum, ilk tomurcuk olarak, bir sevinç, mutluluk çiçeğidir kuşkusuz, yüreklere sığmaz şenliktir, dünyayı, hayatı bir uçtan öte uca yeniden boyamak, ötesinde yeniden yaratmaktır.
İlk kitap olgusunun bir yanı bu, ama öte yanı da var bunun.
Yazınımızda ilk kitabını hiçbir zaman göremeden aramızdan ayrılmış yazarlarımız da var çünkü. Öte yandan ilk kitabını yayımladıktan sonra hiçbir üretim yapamadan öylece kalakalan veya ilk kitabın ardından bir daha ortalıkta görünmeyen ya da ilk kitabının ağırlığı altında ezilen, hatta bundan pişmanlık duyan yazarlar da yok değil.
Bu yöndeki gerçeklik geniş bir yelpaze halinde gelince böyle önümüze, ilk kitap konusu da ister istemez dikkati çekip kendiliğinden öne çıkıyor.
Rauf Mutluay (1925-1995), tam yarım yüzyıl önce kaleme aldığı bir yazısında, “Dar kapılar’dan geçmeden sanata erken gelenler”e değinip “vakitsiz doğum”dan söz ediyor. Yazınımızın yüce gönüllü emekçisi, üstat, yazınımızın bir büyük kalemini örnekliyor üstelik, bakın ne diyor:
“Bana göre Sait Faik, edebiyat dergilerinde görünen ilk hikâyesiyle bile (Mendil, Varlık 19, 15 Nisan 1934) benzeri olmayan bir olgunluktan yola çıkmıştı.” “Sonradan öğrendik ki Meşale (1928) dergisine gönderdiği ilk şiirleri basılmamış… ve Sait Faik -bana göre- ilk sınavından geçmiştir. Eğer bu gençlik taklitleri o günlerde basılsaydı ne olurdu diye düşünmüşümdür.”
Hadi bakalım, gelin biraz da biz düşünelim, ne dersiniz bu konuda? İyi ki “İpekli Mendil”in ardı geldi değil mi, yoksa bugün, o bildiğimiz Sait Faik’imiz olmazdı herhalde.
Rauf Mutluay, “Vakitsiz Doğmak” başlıklı andığım bu yazısında, “günümüzün en üstün değerlerinden biri Ahmet Muhip Dıranas daha kitabını çıkarmadı,” dedikten sonra şunları ekliyor:
“Kolay yayın olanakları bularak erkence sanata başlamış görünen birçok yetenek, gerçek bir sınavdan geçmeden uzun süre ortada durabilir. Bu ürün kalabalıklığında -kimliğine ve duyarlığına duyulan sessiz incelik yüzünden- eseri incelenmeden kalabilir. Ve böylece kendi değerine kendisi inanarak yanlış sanılarla avunup oyalanabilir.”
Kısa bir süre geçiyor, Mutluay, 1973 sonunda, “rastgele bir haber değil gerçek bir müjde verebilirim. Ahmet Muhip Dıranas, bütün eserlerini baskıya hazırlıyor şimdi…” diyerek sevincini paylaşıyor bizimle.
Bu yazısının bir yerinde de şöyle sesleniyor Sevgili Rauf Mutluay okura:
“Ömür boyu şiir yazdıkları, başarılarını kabul ettirdikleri halde bazı sanatçıların kitap çıkarmakta bilerek gecikmeleri, bazen niyetlerini hiç sonuçlandıramamaları acaba nedendir? Eserlerini -Yahya Kemal gibi- bitmemiş saydıkları ve üzerinde çalışmaya devam ettikleri için mi? Bütünlükle ortaya çıkarak geçmişteki zayıf örneklerin pişmanlığını yaşamamak için mi? Sanat ürünlerini toplamayacak kadar onlara değer vermediklerinden mi? Tersine, her dizenin onurunu koruyarak onları hep arıtmaya çalışmakla kendi kendilerini sınava soktuklarından mı?… (Rauf Mutluay; Bende Yaşayanlar, İş Kültür, 1977, ss. 131, 133 / 152, 153)
Elbet her yazar, prematüre bir ilk kitap yerine eksiksiz-noksansız tastamam bir ilk kitap sahibi olmayı isteyecektir, bundan kuşku duyulabilir mi?
Ne ki bunun için, hangi türde kalem oynatıyorsa yazar adayı, başlangıçta tüm yaşamına yayılacak bir yolculuğa çıktığının, en azından böyle bir yolculuk yapmakta olduğunun her an bilincini taşımalı, böyle davranmalı, yutamayacağı bir lokmanın başına geçmekte alabildiğine çekingen durmalıdır kaba söyleyişle, yani bunun demir bir leblebi olduğunu unutmamalıdır hiçbir zaman.
Geçiyordum uğradım denilecek bir alan değil çünkü sanat. Yaşamdaki her evrene, bütün edim alanlarına yayılan bir bütünsellik gerektiriyor sanat. Zorunlu halde yaşanan ara ya da mola sürelerinin bile kısalığı bir yana bunların dışında hiçbir zaman kopukluk yaşanmamalı, yayın yaptığı, sürdürdüğü tür hangisiyse bunda varlığını korumayı savsaklamamalı yazar.
Ha, bu, yazar adayıyken görece yapılabilir belki, ancak adaylık aşılıp da yazar olarak ilk yapıtıyla ortaya çıktı mıydı kişi, artık bunun dönüşünün olamayacağını, büyük zorlamalar, güçlükler getirse bile bu uzun, ince yolda yürümekten başka bir seçeneği bulunmadığını göz ardı etmemeli.
Şu da var, ilk kitabınızı yayımlarsınız, oysa bu ilk kitap başlı başına bir başarı hikâyesidir, siz bunu seziyor olsanız dahi sessizlikle karşılanabilirsiziniz, pek çok örnekte önümüze geldiğine benzer biçimde, ne yazık ki bu da yaşanabiliyor hayatta .
Onat Kutlar’ın, yayımlandığı günlerde gereğince kavranamamış ilk kitabı İshak (1959) için öne sürülebilir bu yargı. Döne dolaşa okunmayı sürdürüyor İshak, ya şiirleri onun?
Oğuz Atay’ın ilk kitabı değilse de tek öykü kitabı olduğu için öykü kitabı bağlamında “ilk” sayacağımız Korkuyu Beklerken (1975) için de geçerli bu yargı. E, ne yapsalardı bu iki yazar?
Andığım iki yapıtın da ancak uzun yıllar sonra geniş yankılara yol açtığını biliyoruz bugün. Suçlusu yazarları değil bu yapıtların, bizler kabahatliyiz bu kopuklukta, zamanında göremediğimiz için.
Ama bakın, her gün artan sayıda ilk kitabın sardığını görebilirsiniz çevrenizi; ilk şiir, ilk öykü, ilk roman, ilk deneme, neler neler… Hangisi kalacak bunların, şimdiden kestirebiliyor muyuz? Ama ya vakitsiz doğmuşlarsa?
“İlk kitap” “vakitsiz doğum” olacaksa eğer değer mi “ilk kitap” yapmaya?