SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; FARUK DUMAN BİZE NE SÖYLÜYOR…

FARUK DUMAN BİZE NE SÖYLÜYOR…

M.Sadık Aslankara
(22.06.2023 YAZISIDIR.)

Faruk Duman, Türk yazınının doruk yapıtlarından saydığım romanı Sus Barbatus! üçlemesini yayımladıktan sonra, yazınsal açıdan en az bunun kadar, hatta bir başka açıdan, kendi yazınsal yolunun, yolculuğunun kılavuzu bağlamında da önem taşıyan Kargasabunu (YKY, 2023) başlıklı öyküler demetiyle bir kez daha okuma gündemimize gelip kendine özgü bir yer tutarak bunu pekiştirebildi.

Son yapıtı Kargasabunu üzerinde önümüzdeki aylarda “Kitaplar Adası”nda da ayrıca duracağımı, “Faruk Duman Poetikası” gibi bir başlıkla konuyu başka bir açıdan, farklı yaklaşımlar eşliğinde yeniden işleyeceğimi söyleyebilirim şimdiden.

Faruk Duman, edebiyatımızda, gelenekten yararlanmanın soy yazıncılara yakışır örneğini veriyor bu öyküler demetinde. Nitekim andığım yapıtındaki “Sunu”sunda, söz konusu öykü seçkisin dönük bu serüveni anlatmakla yetinmiyor, yanı sıra pek çok yazar için yeni bir ufuk açıyor ya da en hafif deyişle bunun işaretlerini döşüyor.

Sitemizde daha önceleri pek çok kez üzerinde durduğum, zaten tüm atölye çalışmalarımda genişçe yer açtığım, ama nedense yazarların, kaleme getirdikleri metinlerde bu alanla ilgili konuları gereğince değerlendirmediklerini gördüğüm bir sorunsalın üzerine damardan giriyor Faruk.

Önce şu satırlarını aktarayım onun bu “Sunu”sundan:

“Türkçemizin doğası, sesi, bir su şırıltısı gibi, en belirsiz, gerçekdışı şeyleri bile hemen somutlayan iç mantığı okuduğumuz, dinlediğimiz şeylerin yalnızca birer olay akışı değil, aynı zamanda birer ses sanatı olduğunu öğretmişti bana.” “Ben yazmaya başladığımda, bizim çağdaş yazının bu kaynağı yeterli ölçüde kullandığı kanısında değildim.” “Yaratmak istediğim çağdaş yazıya öncelikle bunların kaynaklık etmesini istedim.”

Bu sözün altını nice çizsek yeridir.

Türkçenin, bir ses sanatı, hadi biraz daha ileri giderek söyleyelim, seslendirme-sesleme-seslem sanatı olduğunu bilmeden hiç kimse iyi bir şiir dökemez ortaya, bunu elbette, bütün şairler bilir, ama bunun bilincinde olmadan şiir yazanlar da çıkacaktır, ne ki şiir sanatı önünde sonunda bu kişileri bir biçimde kusacaktır, işte bunu bilemezler.

Salt şiir sanatı yaslanmaz, “ses sanatı” olgusuna, düzyazı metinlerinin tümü de elbette kendi dil-mantık yapılarının gerektirdiği bir ses sanatı olacaktır, bundan kuşku duyulabilir mi?

Öykü öykü dili-mantığıyla, masal masal dili-mantığıyla, roman roman dili-mantığıyla vb. kendi anlatı gücünü, işte bu ses sanatı bilgisiyle, becerisiyle duyuracaktır okura.

Şiiri öyküyü, masalı romanı bu ufukla okumayan, üzerinde bu yönde durmayan bir yazar, yine şiir öykü, masal roman yazabilir elbette, bunu bilmese de yazar, yazar da neyi nasıl, ne kadar yazabilir, o yazdığı şiir öykü, masal roman, Türkçede bir ses sanatına dönüşür mü, kalıcılıktan nasibini alır mı önemli olan bu.

Büyüyü karıp ortaya koyan, aslında bu ses sanatı zaten. Sözcükler, harfler, sözceler, sözdizimleri, içlerinde taşıdıkları nota değerlerine göre metne yerleştirildiğinde yazar bir şaman olur çıkar, yazdıkları da yazınsal büyü metni, yazınsal muska.

Bu doğrultuda salt şiir, öykü, masal okumak, türkü mani dinlemek yetmez, olanak ölçüsünde masal analarıyla atalarının aktardığı nağılları dinlemek de büyük zenginlik kazandıracaktır yazara. Öte yandan Faruk’un da haklı olarak altını çizdiği üzere bu bağlamda kadın anlatıcıların nağıllarını kendilerinden dinlemek, sonra bunları bütün canlılığıyla aktarırken bu kadınların yansıttığı şamanik etkileri yerinde gözleyebilmek de özellikle geniş bir yaratıcı ufuk açacaktır yazarlarda. 

Tıpkı ışıktaki hızın sese göre daha önceden algılanışına benzer yaklaşımla ses de bir metinde anlamdan önce kendini duyurup hissettirir, unutmamak gerekiyor bunu. Sözgelimi şiir-masal, bunun sağlamasının yapılabileceği açık birer laboratuvar bu anlamda.

Ne var ki edebiyatımızda soy ve özenci yazarlar bu bilinçle davranır, bunun sürekli uygulayıcısı olurken pek çok yazar hatta şair, “ses” olgusundaki görünürlüğün ya ayırdında değil ya da buna bilerek sırt dönmüş tutum içinde oldukları izlenimi bırakıyor ne yazık ki. 

Gerçekten bir yazınsal metinde sesten önce anlamın, kurgunun öne alınıp çıkarıldığını ele veren öyle çok örnekle karşılaşıyoruz ki, o zaman engebeli bir yolda yürürcesine takatukalı, çapaklı, akortsuz seslerle kurulmuş metinler çıkabiliyor karşımıza. Bu, aynı zamanda okurun, okuma eyleminden kopmasına, okuma süreci dışına çıkmasına da yol açıyor ister istemez.

Bu doğrultuda Faruk Duman’ın zengin, çok yönlü bir birikime sahip olduğu açık. Bu nedenle onun öykülerini, romanlarını hatta denemelerini okurken, yazarlar, yukarıdan beri söylemeye çabaladığım yaklaşım odağında bu metinlerden yararlanmanın bir yolunu bulmalı mutlaka, bana göre kaçınılmaz bir durum bu.

Çünkü Faruk Duman, Kargasabunu’yla bir rehber metin koyuyor önümüze, işte olay, bu yanıyla da önem taşıyor, bundan yararlanmamak büyük kayıp olacaktır bu nedenle.

Diyeceğim, kaleme getirdiği metni zenginleştirmek, yazarın elinde, ama kendisi bunu isterse tabii.

İşte orada duruyor Faruk Duman, bir el uzakta, uzanımında, o kadar. Gerisi yazarın bileceği iş yine de.