SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Hikâye Anlatmaktan Öykü Yazmaya

Anlatmaktan Yazmaya; Hikâyeden Öyküye…
M.Sadık Aslankara
(19.10.2017 YAZISIDIR.)

Herkesin bir hikâyesi var elbette, apaçık.

Hepimizin hikâyesi, ana kucağıyla başlıyor. Sonra yaşadığımız çevrenin, dille kültürün kucağında sürüyor.

Bu nedenle herkesin hikâyesi birbiriyle örtüşüyor görece. Anlatılan hikâyelerde annenin, aile üyelerinden birinin başı çekmesi, ardı sıra yaşama çevresinin olanca ağırlığıyla anlatıcının üzerine çöküp kendini duyurması bu yüzden olağan ama sıradan bir durum.

Çünkü herkes, yalnız insan da değil üstelik, canlı cansız tüm varlık, doğal ya da yapıntı akla gelebilecek her nesne bir hikâyenin içine doğuyor. Kedi, kuş, balık, ağaç, çiçek, çekiç, yosun, kaya, su, ekmek, deniz, iplik, orman ne gelirse aklımıza, var olan her ne ise, hepsi de bunların birer hikâyeyle çalıyorlar kapımızı.

Bizi, insan olarak başka canlılardan ayıran yan, ötekiler herhangi hikâyeye gereksinim duymazken, bizim hikâyesiz yapamadığımız gerçeği. Aidiyetlere, kimliklere insanın birer hikâyesi gözüyle bakmak mümkün çünkü. İnsanoğlunun ayağa kalkışından tutun da taşı yontuşuna, avcılıktan toplayıcılığa, sesini, yankısını bulgulayışına, yaptığı mağara resimlerine, taştan yonttuklarına, evlerine, dinden milliyete, akla gelebilecek ne varsa, birer hikâye değil de nedir söyler misiniz?

Nitekim şamanlar, başlarına topladıkları klan, aşiret, topluluk üyelerine hep hikâyeler anlatmamış mıdır? Aynı şekilde sonraki yüzyıllarda dillendirilen, bu yolla aktarılan söylenler de bizi bize anlatan birer hikâye değil midir?

Öyleyse, teknik terim anlamında “hikâye” olarak bildiğimiz türe gelene dek insanoğlu yüz binlerce yıl boyunca hep hikâyelerin içine doğmuş, bu hikâyelerle kendilerini tanımlayıp anlamlandırmış olmalı.

Resme başladığında, çizgiyi bulduğunda bu hikâyeyi anlatmaya girişeceği ortada insanoğlunun. Yazıyı bulduğu an, yazıya geçirmek için dayanılmaz istek duyacağı da açık. Öyleyse hikâye, insanın kendisi için kendisine uydurduğu birer yalan, yani ilkel kurmaca yalnızca, o kadar.

Demek ki hikâye için geriye gitmemiz gerektiğinde insanlığın tarihine geri döneceğimiz anlamında alınmalı bu. Tabii biz burada “hikâye” derken genel bir tanım bağlamında bunu dillendirdiğimiz unutulmamalı.

Bu doğrultuda eski çağların şamanları, günümüzün birer şairi, öykü yazarı, oyuncusu, ressamı, müzisyeni olarak alınabilir. Herkes şaman olmadığına, olamayacağına göre. Herkes hikâyeyle doğsa, hikâyesini anlatmak için bütün hünerlerini ortaya dökmeye kalksa da sonuçta yazmaya geldiğinde iş, orada donup kalıyor.

Demek ki biz, içine doğduğumuz bu hikâyenin dışına çıkarak da sanki bu, başkasına ait bir hikâyeymiş gibi bir gözle bakabiliyoruz pekâlâ.

Buraya kadar olanlar, her insan için geçerli. Biz, bir biçimde içinde yer aldığımız hikâyeleri anlatma hünerine de sahibiz kuşkusuz.

Ya insanın herhangi hikâyeyi yazmaya kalkması? O nasıl bir şey?

Doğan Kuban’ın bir denemesinde haklı olarak vurguladığı üzere, “birçok kavramın tanımı var fakat kendisi yokmuş” gibi görünebiliyor bize. (Bak.: Herkese Bilim ve Teknoloji, 13 Ekim 2017, Sayı. 81) Hikâye ile öykü terimlerine de bu açıdan bakılabilir.

Nitekim herkes bir hikâyeyle çevrilse de bunu kolayına dönüştüremediğimiz biliniyor. Bu yüzden eli kalem tutsa da insanın, kendi hikâyesini bir türlü öyküleştiremediği, yani kalem kâğıdın başına geçtiğinde öykü yazamadığı bir bu kadar yalın gerçek olarak duruyor önümüzde…

Feridun Andaç’ın Öykü Yazmak Hikâye Anlatmak (Eksik Parça, İkinci Basım, 2017), Murat Gülsoy’un editörlüğüyle yayına hazırlanan Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor (Can, 2017) adlı kitaplar, bize hepimizin birer öyküsü olduğunu son dönemde ele veren örnekler olarak alınabilir.

O zaman “hikâye”, tıpkı bilimde tanım getirme, alan sınırlama, veri saptama vb. ölçütlere dayalı olarak kişinin, kendisini çeviren koşullara dönük görece öznel birer özeti aslında.

Bu, kişinin, kendi yaşamını biçimlendirerek düz değiştirimle anlatmaya kalkması, o kadar. Bunu siz de yapabilirsiniz kuşkusuz, ama diyelim eliniz kalem tutmuyor, başkası da sizin yerinize anlatabilir hikâyenizi pekâlâ değil mi? Pek çok örnekte görüldüğü üzere…

Bunun için Tolga Gümüşay’ın Kareli Öyküler (Altın, 2017) adlı albüm-öykülerine de başvurulabilir. Gümüşay, bir “proje” olarak öngördüğü bu çalışmaya şöyle bir soru yönelterek giriyor çalışmasına: “Edebiyata yabancılaşan modern insan, görsel destekle yazı dünyasına yakınlaştırılabilir mi?”

Bu düşünceden kalkan Gümüşay, başkalarının görsellerinden hareketle bunlara dönük hikâye yazmaya girişiyor sonuçta.

Biz hikâye anlatmaktan öykü yazmaya gelecektik ama değil mi?

Eh, geliriz, yolumuz uzun nasılsa…