SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; İSTİFNO’YU BİLİR MİSİNİZ…

İSTİFNOYU BİLİR MİSİNİZ…

M.Sadık Aslankara
(03.3.2022 YAZISIDIR.)

 

Fethi Naci, anılarında anlatır…

Her yaz, bir dostunun otomobiliyle Bodrum’a inerler İstanbul’dan. Ferit Edgü’yle. Ayvalık, ortasıdır yolun. Kıyıda hep aynı yere geçerler, iki kadeh içip soluklanacaklar, ardı sıra yola koyulacaklardır.

Garson, Ege’nin mezelerini serer masaya. Bunlardan biri de istifnodur. Fakat her seferinde masaya bırakılan istifnoyla bakışır Fethi Naci, ama tek çatal uzatmamışlardır, garson bıraktığı gibi kaldırır masadan öylece.

Fethi Naci Agam, şöyle der anılarının burasında:

“Anladım ki, ben adını seviyordum istifnonun.”

Öyle çok yer etmiştir ki onun bu anısı bende, pek çok söyleşimde andığım gibi, birkaç yazıma da konuk aldım ayrıca.

Buradan gelmek istediğim bir yer var elbette.

Önceki yıllarda, yine söyleşilerimde, yazılarımda “tarhana bulgur okumak” diye geçtiğim notu da buna ekleyip insanların kimi alışkanlıklarını okuma eyleminde sürdürebildiğini vurgulamaya çalışıyor, bunun yanlışlığını göstermeye girişiyorum her fırsatta.

Fethi Naci, bir çatal bile almadığı mezenin yine de sofrasına kattığı değerin altını çiziyordu anısında. Sözgelimi kimi sebzelerden pırasa, kereviz ya da lahana hoşunuza gitmeyebilir, yemeğini, salatasını sevmeyebilirsiniz, ama bunların varlığı, sizin dışınızdadır. Kaldı ki başkaları, sizin bu tutumunuzun yanında çok seviyor olabilir pekâlâ bunları. Okuma ediminizi, her seferinde tarhana bulgurla karşılayamazsınız, o halde alabildiğine geniş yelpazede bir okuma kültürüne açık olmanız gerektiği somut ortada.

Gençler, kendi yaşdaşlarıyla akranlarından, kuşaklarından çok daha fazla etki alıyor. Bu, olduğu gibi okuma kültürlerine de böyle yansıyor. Çevresindeki gençler çoğunluk olarak hangi yazarı okuyor, hangilerinin etkisini yansıtıyorsa buna yöneliyor. Olağan bir yöneliş, bilim de bunu doğruluyor.

O zaman, özellikle genç öykücüleri kastederek söylemem gerekirse, okuma edimi ardından yazıya eğilim gösteren gençler, giderek birbirinin benzeri öyküler kaleme almaya koyuluyor, diyebilirim.

Aynı okuma eğrilerinden geçen genç öykücüler, giderek yazarlıklarını da birbiriyle örtüşen aynı eğriler eşliğinde sürdürüyor demektir bu. Üstelik genç yazarlar bu tutumlarını, birbirlerinden sıyrıldıkları yanılgısıyla yürütüyor.

Bu çok önemli bir nokta. Genç öykücüleri, üstelik yeğin bir okumayla yakından izleyen biri olduğum söyleniyor, o zaman bu konudaki kimi öne sürüşlerimi, vardığım yargıları paylaşmam da gerekiyor. Kaldı ki şimdiye dek bu konulara uzanan azımsanmayacak sayıda yazı kaleme aldığım da bilinmiyor değil.

Şimdi burada bir ayraç açıp mükemmelliğin sıradanlığı üzerinde durmam gerekiyor.

İlk öykü kitaplarını son üç-beş yıl içinde yayımlamış genç yazarların sayısını bilen var mı, ya öyküleri dergilerde yayımlanırken kitap için sırasını bekleyenlerin, sonuçta öykü üretimini sürdüren, ülkeye yayılmış genç kalemlerin sayısının nerelere vardığını?

Kitapları ya da öyküleri nedeniyle yakından izlediğim yüzlerce genç öykücüye, yazılarımda yer açmış biri olduğum halde, doğrusunu söyleyeyim, ben de bilmiyorum bunun yanıtını. Burada tek tek öykücülerin, kendi türbinleri yönünde ürettiği enerjiyi değil, tümünün topluca gerçekleştirdiği sinerjik düzeyi kastettiğimi ekleyeyim.

Ne var ki, yüzlerle dillendirilebilecek, 1990’dan sonra makas değiştirip artık çok farklı bir düzlemde öykü verimiyle kendilerini gerçekleştiren bu öykücü topluluğunun, son on yıl içinde 1990 Kuşağı öykücülerinden de sıyrılarak kendi topluluklarını var etme çabasında oldukları görülüyor.

1990 Kuşağı öykücülerini, 1960 ortalarından 70 ortalarına dek on-on beş yıla yayılan bir tarih arasında doğanlar oluşturuyordu daha çok. Hani neredeyse Z kuşağı olarak anabileceğimiz günümüz öykücüleriniyse pek pek 1980 sonlarına geri giden, ama daha çok 1990-2000 aralığında doğmuş, yaşları bugün yirmilerle otuz beşler arasında gezinen kalemler oluşturuyor kanımca.

Yukarıda gözlem bağlamında aktardığım kimi ipuçlarına, bu gruba giren yazarların verimlediği öyküler, yayımladıkları kitaplar aracılığıyla okumalarım sonucunda ulaştığımı söyleyebilirim.

İşte mükemmelliğin sıradanlığı bu grupta çıkıyor ortaya. 1990 Kuşağı öykücüleri, birbirlerinden nasıl ayrılmaları gerektiğinin bilincindeydi enikonu. Çünkü bu kuşak öykücüleri, yazınsal estetik bağıyla ortak değer zemininde yükselerek birbirlerinden ayrılıyordu, oysa onlardan sonra gelen, andığım grup içindeki genç yazarlar, estetik bağ-ortak değer yerine öykü çerçevesinde gördüğü ilgiyle orantılı olarak birbirine benzeyip bunu yakalamaya çalışıyor.

Evet, bu kendilerine mükemmellik kazandırmadı değil, ancak birbirlerinden sıyrılmaya çalışırlarken ne yazık ki çok daha fazla bir benzerliğe götürdü onları; örtüşür hale dönüştüler birbirleriyle. Öykü yapılandırma teknikleri hep kapanmaktan çıkmış izlenimi bıraktı; yüz yüze yapılan, birbirini kopyalamaya, ikame etmeye yönelik bir öykücülüğe dönüştü.

Bu benzerlikler, özellikle öykü evreni kuruluşunda, yaratılan kişide, bunları işleyen dilde belirgin olarak öne çıktı. Okunan öykü, evet mükemmel olmaya mükemmeldi, ama birbirinin tekrarı bir mükemmellik olarak göründü bu. Yaşdaşlarıyla kapanma, hep birlikte yüz yüze, koyun koyuna okuma nedeniyle farklı yazarlara, okumalara açılamayış, görünürdeki idolleştirme, bu genç yazar havuzunun süreç içinde bulanmasına yol açtı enikonu.

İstifnoyu umursamamaktan çıktık, kerevize burun kıvırmaya, pırasaya sırt dönmeye, lahanayı umursamamaya döndü iş, ama salt bir sözcük bile ne denli önemli, işte tam da bu ayrıntı; hadi sorayım, istifnoyu bilir misiniz peki?