SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; METİNDE ‘ESKİMİŞLİK’…

METİNDE “ESKİMİŞLİK”…

M.Sadık Aslankara
(06.07.2023 YAZISIDIR.)

1946’da bir gazetede tefrika edildikten şu kadar yıl sonra Eyüp Tosun’un, bin emekle bulup ortaya çıkardığı Melih Cevdet Anday’ın “ilk roman”ı Barem Kanunu (Everest, 2023) üzerine “Kitaplar Adası”nda yazdığım için, burada romana girecek değilim.

Üzerinde duracağım konu, Eyüp’ün, kitabın girişindeki “Sunuş” yazısında Anday’dan aktardığı alıntının bendeki etkimesine yönelik bir iki söz etmekle sınırlı kalacak, o kadar. Bu alıntıyı, doğrudan Melih Cevdet’in söz konusu yazısından, daha geniş biçimiyle alacağım:

“Benim ilk oyunum Yılanlar adını taşır. Genel seçimleri alaya alan bir komedya idi. Tek dereceli ilk seçim günlerini yaşıyorduk. 1946 yılı idi. Parti lideri, suikast ihbarı aldığı için mitinge gitmekten vazgeçer, gelemeyeceğini bildirmek üzere, toplantı alanına uşağını yollar. Orada halk, lider geldi sanarak coşkunluğa kapılınca, uşak durumunu anlatamaz ve çaresiz nutuk çekmeye koyulur. Çok da başarı kazanır… Devlet Tiyatrosuna gönderdim oyunu. O günler Muhsin Ertuğrul’du genel müdür. Edebi kurulda okundu, beğenildi, repertuara alındığını bildiren bir mektup da yazıldı bana. Fakat oyun oynanmadı. Bana söylendiğine göre, iki partinin de alınacağından korkulmuştu. Yılanlar oynanmadığı gibi, basılmadı da.

“O sırada Oktay Rifat’ın bir oyunu da askıya alınmıştı. Biz de tiyatronun reddedemeyeceği bir oyun yazalım dedik ve oturup Kıskançlar adlı komedyayı yazdık. Birinci perdeyi Oktay Rifat üstlendi, ikinci perdeyi ben. Sonunda bir araya gelip üçüncü perdeyi birlikte yazdık.

“Tahmin ettiğimiz çıktı, edebi kurulda bulunan bir arkadaş, gülerek ‘reddedemedik’ dedi. Kıskançlar oynandı. Yanılmıyorsam başarılı da oldu. Nurullah Ataç’ın oyun hakkında bir yazı yazdığını da biliyorum. Oyuncu kadrosu çok güçlü idi. Yıllar sonra Ulvi Uraz, Kıskançlar’ı İstanbul’da, Beyoğlu’nda kendi tiyatrosunda sahneye koydu, fakat bu kez tutmadı oyun, birkaç temsilden sonra kalktı. Seyrettim, eskimişti.” (Melih Cevdet Anday; Akan Zaman, Duran Zaman, Adam, 1984, 243-244)

Bu uzunluktaki alıntıyı, Melih Cevdet’in anlattığı hikâyede sözünü ettiği “eskimişlik” nitelemesi, bütünlüğüyle kavranabilsin diye aktardım. Buna göre yazıdaki başlıktan da anlaşılacağı gibi konu Melih Cevdet’in anlattığı hikâyede değil, vardığı yargıda düğümleniyor: “eskimişlik”. Öyle ya bunu nasıl yorumlayacağız? Gelin şimdi konuya değgin düşünce gevişine girişelim birlikte.

“Eskimişlik” sözü, ne anlama geliyor, Dil Derneği Türkçe Sözlük, bunun için ne diyor, bakınırken ilkin “eskimek”, “eskitmek” bu iki sözcüğün altını çizdim, birbirine benzer eskileşmek, eskilik, eskime, eskitilmek, eskiyiş vb. bir dizi sözcük, değişkesiyle birlikte, neler getiriyor önümüze, düşündüm:

“Eskimek: 1.Çok kullanılmaktan ya da zamanın etkisiyle yıpranmak, eski duruma gelmek, aşınmak; 2. (Bir şey) Geçerliliğini, güncelliğini yitirmek, modası geçmek; 3. Bir konumda, görevde eski duruma gelmek…”

“Eskitmek: 1.Çok kullanarak eskimiş duruma getirmek, yıpratmak; 2.Yaşlandırmak; 3.Etkisini sürdürememek, yıpratmak…”

Yukarıdaki açıklamalar, bize bu sözcük dizisinin birbiriyle nasıl kol kola durduğunu da gösteriyor aynı zamanda. Biri eskitme rolü üstlenirken öteki bu etkiyi alıp eskiyor. Eskitenle eskiyen aynı formun bileşeni gözüküyor bu durumda. Sonuçta etken güç, zaman, nesne vb., baskıyla, güçle etkileşimdeki diyagram levhasına uzanıyor, etkiye açık özneyse bunun göstereni oluyor sanki.

Buna göre iki sözcük, birbiriyle gidişli gelişli, birbirini bütünleyici bir kavram çifti bağlamında alınabilir o halde.

Peki yazınsal niteliğe sahip herhangi metin eskir mi, böyle olursa nasıl eskir, nasıl bir eskime sergiler? Yukarıda vurgulandığı üzere bu form, etkiye açık eskitilebilir yanları olduğu için mi eskir yoksa sözlükteki anlamıyla “geçerliliğini, güncelliğini yitirdiği için” mi eskir?

Buradan hareketle, özellikle yazında bir yapıt hakkında “klasik” tanımı hangi ölçütler dikkate alınarak getirilir, bunu da düşüneceğiz demek ki. Çünkü sanatta klasik denildiğinde yapıtın, bütün zamanlara yayılan, “taze”liği her dem koruduğuna inanılan bir nitelik taşıdığının kabul edilmesi anlamına geliyor bu.

Melih Cevdet’in, kendi oyununun sahnelenişinden kalkarak böyle bir değerlendirmeye yönelmesi üzerinde özellikle durulabilir. Bunu söyleyen yapıtın yazarı olduğu kadar aynı zamanda denemeleri, düşünceleriyle yazın alanında yetke konumu taşıdığı kesinlenebilecek bir imza.

Bir yapıtın günümüz yaşantısından uzaklığı, bu doğrultuda güncel olmayışı, yapıtın eskimişliğini mi gösterir ille, bunu da düşünmek gerekiyor. Nitekim klasik yapıtlar, bu türde bir eskimişlik üzerinde yükseliyor hep. İlk elde Shakespeare, ondan da önce Homeros yapıtları anımsanabilir bir çalım.

O halde sanatta eskimişliği, güncellikle kurulabilecek bağda aramak boşuna. Zamanımızdan çok eski de olsa yapıtlarda eskimişlik bir yana insanoğlunun sürekli ilgisini çeken niteliklerin böylesi ilineksel özellikler olmadığı çok açık aslında. Çünkü bu yapıtlar eskimeyen bir kalıcılık yansıtıyor.

Sözgelimi Türk tiyatrosunda en uzun süreli sahnelenen ya da farklı tarihlerde yeniden sahnelenen oyunlarından Lüküs Hayat, Keşanlı Ali Destanı, Yedi Kocalı Hürmüz, günümüzden çok eskilere dönük, diyelim 1900’lerden, 30’lardan, 60’lardan hikâye getirir, ama seyirci her seferinde hiçbir eskimişlik duygusu yaşamadan bunlardan haz alarak çıkar salondan.

Öyleyse eski olabilir, eski değil eskimemiş olmalı yapıt. Böyle olduğu nasıl anlaşılır? Bıraktığı tortuyla kalıcılaşıyor yapıt, nitekim bu yargıya şiir örneklerinden kalkarak varabiliriz. Ne denli eski olursa olsun toplumsal açıdan örnekse Yunus, Nâzım şiirlerinin eskimişlik şöyle dursun, kanonik birlik sağlayışı nasıl açıklanabilir? Neden bunlar eskimişlikten uzak?

Bir yapıtı bizde her dem taze tutan ne, bunun üzerinde durmak gerekiyor.