ÖYKÜYÜ YAZARAK OKUMAK…
M.Sadık Aslankara
(13.07.2023 YAZISIDIR.)
Yücel Balku, “Sisten Sonra” adlı öyküsünde, anlatıcısını, öykü kişilerinden hareketle düşündürür, iç-sesle ona şöyle söyletir:
“Hikâyeyi Oktay yazsaydı hazine odasına girişi nasıl tasvir ederdi, bilmiyorum ama herhalde entelektüel bir zihni gıdıklayacak gizemli ve alacakaranlık kelimelerden oluşurdu o tasvir. Hikâyeyi Hamza yazsaydı, kelime haznesi açısından kıt ama umudu somutlaştıran bir tasvir olurdu herhalde. Nasip, ben yazıyorum; ne loşluktan bir estetik yaratacak yeteneğim var, ne de varlığını zaten bildiğim bir hazineyi bulmanın sevincini yaşıyormuş gibi yapacak kadar gencim.”
Yücel Balku’nun anlatıcısı, bunun öncesinde şöyle düşünmüştür zaten:
“Tüm hikâyelerde böyle olur: Bir noktadan sonra yokuş aşağı yuvarlanmakta olduğunuzu ve isteseniz bile tek bir kelime olsun değiştirmeye muktedir olmadığınızı; yani kalemin kendi başına yazacağını anlarsınız.” (Yücel Balku; Sükût Ayyuka Çıkar / Bitmemiş Külliyat, Can, 2011, 45, 42)
1990 Kuşağı öykücülerinden Yücel Balku, kendine özgü çizgi üzerinde getirdiği örneklerle kuşak yazarlarından ayrılabilmiş bir ad. Bizde herhangi tarihi olayla ilişkilendiği izlenimi veren neredeyse her metne tarihsel anlatı yakıştırması yapılırken Balku’nun, tarihsel hikâye kalıbı karmaşası dışında tarihseli dönüştüren düzeyli öykü örnekleriyle ölümü sonrasında da bu bağlamda dikkat çekici konuma sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Bunun için Yücel Balku’nun yukarıdaki örnekle örtüşen kimi öykülerini Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” denemesiyle birlikte okumanın bu alana dönük kavramsal getirimler açısından doğrusu ya, çok ufuk açıcı olacağını söyleyebilirim kendi payıma.
Sözgelimi Ahmet Hamdi, andığım “Bursa’da Zaman” başlıklı bu denemesinde düşünüsünü şöyle açımlar: “…İnsan ‘Bursa’da ikinci bir zaman daha vardır.’ Diye düşünebilir. Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımız, seviştiğimiz zamanın yanıbaşında ondan daha çok başka, çok daha derin, takvimle, saatle alâkası olmayan; sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedî bir mevsim gibi ayarladığı velût ve yekpare bir zaman…” (Beş Şehir; [1967] YKY, 1999, Haz.: M.Fatih Andı, 121)
Ne ki yazıda tarihsel roman-tarihsel hikâye gibi anlatılar üzerinde duracak değilim. Derdim Yücel’in, öyküsünde değindiği hikâye yazmaya dönük sözler.
Faruk Duman’ın Türkçenin ses değerine yaptığı vurguyla örtüşen bir zamanlama çerçevesinde nice öncelerden bu yana benim de pek çok kez altını çizdiğim sesli okuma önerimin ardından şimdi de Yücel Balku’nun öyküyü yazarak okumaya dönük geliştirimi üzerinde duralım biraz.
Aslında ne Faruk ne de Yücel böyle söylüyor değil. Ben üretiyorum bunu.
Sitemizde “Sayfa Yazıları”mı izleyenlerin, aslında bu başlıklara dönük farklı okuma biçimleri üzerinde sürekli durduğumu anımsayacaklarını umuyorum. Kaldı ki 1990 Kuşağı öykücülerinin kendi verim örneklerinde, öykünün yazılış sürecini, akışını zaten an an işleyip, bunu okurla bu doğrultuda bir kavrayışa dayalı olarak paylaşıma aldığı biliniyor. Özellikle öykümüzde görece bir tür “okul” bağlamında alınabilecek Hayalet Gemi ardılı kalemlerin bunu genel bir biçem eğilimi olarak yansıttığını da öngörebiliriz pekâlâ.
Buna göre öykülerin, yukarıdan bu yana getirdiğimiz yaklaşım eşliğinde okunuş biçemlerine, tekniklerine göre biçim alıp, farklı anlamsal-kavramsal açılımlar sunabileceği türünden bir yaklaşımı da yabana atmamalıyız asla.
Sözgelimi bir öykünün sesli okunuşuyla gözle okunuşu nasıl birbirinden çok ayrı kapılara çıkarırsa bizi, aynı şekilde başkasının sesinden dinlendiğinde ya da kendi sesimizden dinlettiğimizde öykünün alımlanışı, yine aynı şekilde farklı eşiklere taşıyacaktır kuşkusuz okuyanı da dinleyeni de. Yine bunlara benzer biçimde dramatize edilmiş veya canlandırılmış metin temelinde bir öyküyle tanışan farklı okuyuculara bunu bir radyo oyunu havasında algılatacak öykü de elbet bizi çok başka yerlere taşıyacaktır kısa süre içinde.
Böyle olduğunda, önümüze tek metin halinde gelen bir öykünün her okunuşta farklı bir öyküye dönüşeceği açıktır. Bunu şiir okumalarında, dinlemelerinde deneylediğimiz de kestirilebilir kolayca.
Burada bir soru daha üretmek gerekiyor: Okunan ya da dinlenen öykülerden hangisini, ana metin olarak alacağız? Yanıt bana göre çok açık: yazardan alıp yeniden yaratarak kendimizin kıldığımız metindir okuduğumuz veya dinlediğimiz öykü, ben, bunun hep böyle olduğu, gerçekte de hep böyle yaşandığı kanısını taşıyorum.
Yücel Balku’dan aktardığım alıntının ışığında, onun, bir hikâye için dillendirdiği, bunu “kalemin kendi başına yazacağı” olgusuna geçersek, gerçek de kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Aslında hepimiz yazarak okuyoruz öyküyü. Ancak konu, farkındalık olduğunda olgu, kendi ağırlığıyla ne’liğini ortaya koyuyor. Tüketici değil alımlayıcı her okurun da böyle bir okuma eşliğinde yazarın yaratısına katılıp bununla yoğrulduğu kesinlenebilir.
Burada içine çekildiğimiz çevrimsel türbini yine de yazar sunuyor ama okuma eyleminde yazarın bizi kattığı bu halkada biz de, hikâyenin bize en uygun gelen değişkesini yaratıp ortaya koymak üzere eylemleniyor, sonrasında okuma yolculuğumuzu bu yaklaşımla sürdürüyoruz.
Yukarıdan bu yana anlattıklarım, “yazarak okuma”nın “yaratıcı okuma” eylemiyle çakıştığı yargısına götürebilir bizi, doğrudur, ne ki her yazarak okuma yaratıcı okuma olsa da her yaratıcı okuma yazarak okuma olmayabilir yine de.
Bunu vurguladıktan sonra şunu da eklemeliyim; okuma heveslilerinin altından kalkabileceği iş değildir öyküyü yazarak okuma eylemi. Alımlayıcı nitelik taşımayan tüketici bir okurun bunu başaramayabileceğini unutmayalım.