SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; ÖYKÜDE HİKÂYENİN KURULUMU…

ÖYKÜDE HİKÂYE KURULUMU

M.Sadık Aslankara
(11.05.2023 YAZISIDIR.)

“Öykü”, Arapça “hikâye” yerine, bunun Türkçedeki karşılığı olarak kullanılan bir sözcük. Bu çerçevede dilciler, öyküyle hikâyenin kastedildiğini, hikâyenin de doğrudan öykü anlamına geldiğini düşünüyor, bunu savunuyor.

Yakın zamana dek, sözgelimi 1970’lerdeki öykü yükselişinin ardıllığını yapan yazarlarda da bunun yaygın olarak kullanıldığı görülüyor. Yazarlar kadar öykü severler veya okurlar arasında da bu iki sözcüğün aynı şekilde yan yana kullanımı sürerken bunlardan biri seslendirildiğinde öteki de su yüzüne çıkabiliyor hemen. Gerçekten de hikâye, diye seslenildiğinde öykünün, öyküden söz edildiğinde hikâyenin anlatılmak istendiği kolayca anlaşılabiliyordu herhangi kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, tıpkı “mesela”yla “örneğin” sözcüklerinin birbiri yerine kullanılışına benzer biçimde. 

Söz konusu ayrımın, 1980’den sonra başladığı, süreç içinde yaygınlaştığı görülüyor, böylelikle iki sözcük, özellikle alanda etkinlik üreten insanlar tarafından adeta içeriksel bir ayrıştırmayla farklı anlam öbeklerini karşılayıcı birer yazınsal terime dönüştürüldü adeta. Ancak Dil Derneği Türkçe Sözlük’te hikâye karşılığında açımlanan maddeler arasında “öykü”nün, zaten yazınsal terim bağlamında vurgulandığını eklemeden de geçmeyelim.

Yine de iki sözcüğün, yazınsal açıdan yansıttığı farklılığın 1980 sonrasında belirginlik kazanmaya koyulduğu çok açık. Hoş gündelik, kullanmalık iletişim dilimizde elbette hâlâ hikâye denildiğinde öyküyü, öykü denildiğinde hikâyeyi anlamayı sürdüreceğiz, ancak iş yazınsal düzleme kaydırıldığında yani öykü sanatına geldiğinde iş, o zaman bu iki sözcüğün kendi sınırlarına çekileceğini gözden uzak tutmamak gerekiyor. Böyle olunca biz de bu doğrultuda kavramsal açıdan hikâyeyle öyküyü ayırmak bir yana, buna titizlikle uyacağız demektir.

Yukarıda “öykü sever” sözünü andım, kimileyin bunun azımsanmayacak sayıda kalem sahibince “öyküsever” biçiminde yazıldığına tanık oluyoruz. Bu, öylesine yerleşmiş ki, hiç kimse deyimleşmiş öyküsever yerine hikâyesever demek eğilimi göstermiyor. Aynı şekilde çocuklarımıza “öykü” adı koyuyoruz pekâlâ ama herhangi birine “hikâye” adının verildiğini kendi payıma ben bugüne dek duymuş değilim.

O halde kullanımdan gelen yaklaşımla bu iki sözcüğün kimi karışıklığa yol açabileceğini, kullanışa göre sözcükte anlam değişimi yaşanabileceğini öngörmek zorundayız.

Günlük iletişim dilinde her iki sözcük aynı anlamda birbiri yerine kullanılabiliyor, ama biz konuya yazınsal açıdan yaklaşmaya, öyküyle hikâyeyi ayırmaya çalışalım, böyle yaptığımızda ne söylenebilir, bunları birbirinden ayırırken yolumuzu neler keser? 

Buna çokça değinmiş olmakla birlikte şuracıkta yazınsal temelde bir kez daha bu iki kavramı yerli yerine oturtmaya çalışayım.

İnsanoğlu, kendisini kuşatan her ne varsa, bunların tümünü de birer hikâye kurarak yorumladı yanındakiyle. Hikâye kurmak, hikâyeleştirmek, bunu paylaşmak mitolojik çağlardan bu yana kişinin, en temel edimleri arasına girdi.

Günümüzde de hikâyesi olmak insana, farklı konum kazandırmıyor mu ya da tersine hikâyesinin olmaması, kişiye görece bir eksiklik yüklemiyor mu, işte buna benzer bir durumda hep hikâyelerle yol alıyoruz.

Kaldı ki yazılı, sözlü, görsel, işitsel vb. her anlatı (film, oyun, müzik, resim, her sanat ürünü), ötesinde her olgu kendi içinde hikâye barındırır. Ancak yazılı haldeki modern hikâye, yansıttığı “hikâye ediş” bir yana çok farklı bir “metin” olarak “öykü” aşamasına geliyor.

Şimdi öykü alanına ait bu iki teknik terim için bir açılım getirmeye girişsek ne deriz; öykü ya da hikâye, nasıl karşılarız bunları?

Öykü yalnız kendisi için kendi kurmacasal gerçekliği yönünde somutluk kazanır. Bu durumda sanat yapıtında “hikâye”, âdeta anlatılmak üzere hazırlanmış “levha”dır, ama öykü, kurmaca gerçekliği yönünde özdeşiklik peşinde gider. Buna göre herhangi bir şeyin (olgunun, durumun, kişinin, nesnenin vb.) hikâyesi kurulabilir, anlatılabilir de, ama bunun için hikâye, bir aracıya, anlatıcıya gereksinim duyar, oysa öyküde aracı yoktur, karşımıza doğrudan kendisi çıkar ve bizden kendisini anlamamızı, anlamlandırmamızı özetle tarafımızdan yaratılmayı bekler, çünkü öykü yalnızca kendisi için olandır.

Değişimin 80 sonrasında ama özellikle 1990’lar başından itibaren, bugün 1990 Kuşağı öykücüleri olarak andığımız yazarlar aracılığıyla son otuz yıl içinde geliştiği, hikâye-öykü sözcüklerini kullanmada ciddi bir değişim-dönüşüm sürecinden geçildiği, bunun tüm yazınsal etkinlikler kadar öteki sanat alanlarına, hatta toplumsal yaşamın farklı dolantılarına öylece yayıldığı öne sürülebilir.

Yıllar önce Erdal Öz’le bir oturduğumuzda, demişti ki; Öykü anlatılamasın, hikâye aktarır gibi özetlenemesin istiyorum. Bunu söyledikten sonra Sular Ne Güzelse adlı son öykü kitabından bir öyküsünü imgelemelerle canlandırmaya girişmişti. Öyküsünü benim okuduğumu bilmiyordu, ama ben, öykünün adını vererek, Sen bu öykünü anlatıyorsun, deyince şaşırmıştı. Ama doğruydu tutumu. Öykü, anlatılamayan, herkesin bir yerinden dokunup kendine göre yapılandırdığı gövde halinde uzanır önümüzde. Oysa hikâye, yaratılan kadar vardır, bu nedenle de yaratıcısının nesnesi halinde uzanır. Oysa öykü, yaratıcısının elinden çıkar, her okur tarafından ayrıca yaratılır. Sözgelimi Ömer Seyfettin’in “Kaşağı”sı tek bir öyküdür, daha ileriye götürülemez. Oysa Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan”ı daha çok okurun yaratısı bir öyküdür artık.

Öykü de elbette hikâye kullanacaktır, romanın kullandığına benzer biçimde. Romanda salkım hikâyedir kullanılan, bunu biliyoruz, peki öyküde hikâye nasıl kullanılır dersiniz? Yazıda sözümona bu konuya yoğunlaşacaktım, ama giremedim bile. Haftaya buradan sürdürelim öyleyse.