POST-OKUR…
M.Sadık Aslankara
(13.04.2023 YAZISIDIR.)
Dıştan bakıldığında, sanki her ülke, sanatsal işleyişini, kendi özgül yapısına dayalı sürdürüyormuş, okur buna göre biçimleniyormuş gibi görünse de artık dünya bütününde kendisine görece yer bulamayan bir okur portresiyle karşı karşıyayız bugün.
Akla ziyan büyük hız kavrayışının bir tür “üst-ideoloji” anlamında her alanı etkisine aldığı bu tuhaf evrede, gerek yazar gerekse okur, sistem esinlemesindeki kitap nesnesi yönetiminde ama kitaba yabancılaşmış bir ilişki içinde varlık gösteriyor diyebiliriz. Bunu, geleneksel kavrayıştaki gerçekliğiyle yazarlığın da okurluğun da bittiği bir evre olarak yorumlamak olası.
Bu yüzden post-gerçeklik, post-okurluk temelinde yapay zekâ egemenliği, simülasyondan dezenformasyona genişleyip yayılan bir yanılsama bütünlüğü gözetilip, her an bir sapma yaşanabileceği dikkate alınarak yola çıkılması zorunlu. Bunu tam anlamıyla algılayabilmek için takılı olan gözlüğü çıkarıp, bakış açımızı kökten değiştirerek olguyu adeta lam üzerine yerleştirerek laboratuvara alıp gerçeği bir bilimci titizliği, özeniyle deşmeye, ancak bundan sonra değerlendirmeye girişmeliyiz.
Önce şunu bütün çıplaklığıyla görebilmek gerekiyor; her ülkenin öznel koşulları dikkate alınsa da dünya, tek bir sisteme bağlanmış, hedefin değişmediği bir çevrintiye kilitlenmiş halde öteki bütün alanlarda olduğu kadar+ sanatın tüm dallarında da ünce, önemce, paraca görünürleştirilip idolleştirilmiş ikonlar aracılığıyla sisteme kan pompalanıyor. Bu olgu, dünyanın her insanına, fırsat eşitliği sunulmuş algısı yaratmakla kalmıyor aynı zamanda bir post-gerçekliğin iyiden iyiye yerleşip kökleşmesine de yol açıyor.
Sistem yeni yazar yaratmıyor, yeni okur da yaratmıyor, yazarı da okuru da kendi sistemiyle uyumlu bu yönde yapılandırıyor, bu nedenle yazar da okur da, kendisine hedef olarak gösterilen menzile günün birinde erişebileceği umuduyla yalancı-gerçek kodlarıyla sistemin adeta karikatürü halinde yol alıyor.
Buna göre sistemin yazarlığı da okurluğu da bitirdiğini görebilmek gerekiyor aslında; bu olgu, günümüzde “dinozor” yazar-okur bulunmadığı, bundan sonra da hiçbir zaman böylesi yazar-okur bulunmayacağı anlamına gelmiyor tabii. Gelecekte bütün zamanlarda yazarlık-okurluk gerçekliği temelinde yapılanmış bir “model örnek” varlığını hep sürdürecektir kuşkusuz, ancak sistemin ne yapmaya yöneldiğini, üstelik bunu sürdürmek üzere ne tür girişimlerde bulunduğunu, böylelikle tüm insan varlığını nereye taşımak izlediğini, bu yöndeki çıplak gerçekliği görmekten hiçbir zaman vazgeçmemeli.
Bütün bu nedenlerden ötürü her yazarın, her okurun, en büyük ikramiyeyi kendisinin kazanabileceği duygusu içinde hazır tutulacağı ortada. Buna göre herhangi yazar, büyük karşılamalar, gösterişler eşliğinde ünce, önemce, paraca idollerinkine benzer bir görünürlüğe kavuşabilir pekâlâ, önünde hiçbir engel yoktur, buraya kadar tamam, ama göz ardı edilen şu; ancak, eğer sistem, onay verirse. Yani istediğinizde değil sistem onay verdiğinde siz, “siz olacaksınız”.
İşte yazarlık, okurluk, bu süreçte yaşananların ardından görece “bitmiş” bir örüntü veriyor. Geçmişte pek çok yazımda bu sorunsala yer açarken yazardaki değişime dönük azımsanmayacak sayıda yazıyı da buna özgülemiş, ayrıca sistem tarafından yazarlığın genetiğinde oynanan kimi oyunlardan söz açmıştım. Bugün artık hız ideolojisinin o günlerden bu yana katlanarak daha da karmaşık hale gelmesi ve teknolojideki gelişmelerin alabildiğine artmasıyla, “yazar”, “okur” olgusu çok daha farklı boyutlara taşındı diyebiliriz.
Oysa okurluğun, yazarlıkla birlikte yeniçağın bir aydınlanma etkinliği olarak insanlarda farkındalığa yol açtığına, kendilerinin bilincine vararak kendi akıllarıyla özgür karar verebildikleri, bunun okurlarda yepyeni bir yaşam anlayışına kapı aralayıp farklı bir evrene doğru yolculuk başlattığına değindim önceki yazımda. Günümüzde “dinozor okur” dışında bu okurdan geriye hiç kimse kalmadı neredeyse.
Önceleri hep 12 Eylül örneği üzerinden ilerleyip sürekli olarak 1980 sonrası yazarlığı, okurluğu gibi başlıklar altında, yer yer toptancı genellemelerle örülü yaklaşım sergiledik neredeyse. O günlerden bu yana, yuvarlamayla yarım yüzyıldır sistem, yeni dayanaklarla yol alıyor oysa. Diyeceğim, 12 Eylül koşullarının çok daha ötesinde, bütün dünyayı kuşatan, kuşatmayı sürdüren bir sistem olgusundan söz etmeye çalışıyorum.
Çağımızda kendilerine en çok “okur”luk yakıştırılabilecek, bu çerçevede kolayca “dinozor okur” niteliği kazanabilecek milyarlarca insandan oluşan dev kitle, neredeyse bir virütik bulaşla özürlü hale gelmişçesine, sistem tarafından yazmaya yönlendiriliyor, bununla da kalmıyor, kışkırtılıyor da. Bu çerçevede herkes, yaygın, büyük bir yazarlık simülasyonu içinde yaşatılıyor diyebiliriz.
Bunun sonucunda herkes okur arıyor. Oysa geleneksel okur yok, bugün ortalıkta okur olarak algılanan insanlar okur değil post-okur.
Geleneksel okura övgü yağdırıp onları “dinozor” olarak anarken günümüz koşullarına sırt dönüyormuşuz gibi alınmasını istemem bunun. Burada okuru, bir ergin halinde, bu nitelikte okurlukla örtüşerek kendine dönmesi, yazarın kaleme aldığı yapıtı yine onunla birlikte didikleyen kişi olmayı başarması yaklaşımı bağlamında almalıyız.
Elbette bu okur ortadan kalkmayacak, yazının, kitabın ortadan kalkmayacağı gibi. Ne var ki yazarlık-okurluk da bir seçkin eylemi haline geleceğinden kitleselleşmesi ciddi sorun haline gelebilecek. Bu durumda yazarlık-okurluk, bir azınlık eylemi halinde mi sürecek peki?
Yapay zekâyla birlikte giderek yazarlığın da buna yüklenmesi gibi bir sorunsal geldiğinde kapımıza, o zaman ne yapmamız gerekecek? Şiiri, öyküyü, romanı yapay zekâya yazdırarak mı çıkacağız işin içinden?
Bunlar sınırlı sayıda insanın düşündüğü sorunlar olmaktan çıkmalı.
Post-okur da bu eylemde elini taşın altına koymalı artık.