SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; YAZINIMIZDA BİR KILAVUZ; SADRİ ERTEM…

YAZINIMIZDA BİR KILAVUZ: SADRİ ERTEM…

M.Sadık Aslankara
(10.08.2023 YAZISIDIR.)

Anadiliniz Türkçeyse, bu dilde ürün vermeyi sürdürürken diyelim bu arada “kadın” odaklı bir anlatı kurmaya yöneldiyseniz, Virginia Woolf’u kılavuz alarak yapıt üretmeye girişmeniz doğru olur mu?

Bunu ancak kendi anadilinizin kılavuz yazarlarıyla yapmanız gerekmez mi? Ama bu demek değildir ki Virginia Woolf’tan yararlanamazsınız, hayır, yararlanırsınız elbet, ama kılavuz yapamazsınız eğer o dilde yazmıyorsanız.

“Kılavuzluk” olgusunu Kant’ın, “aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insan”a dönük eleştirisinde sözü geçen kılavuzluktan ayıracağız. Burada yazarın anadilde kendi kavramsal deneyimi alınmalı. (Immanuel Kant; ” ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, [Çeviren: Nejat Bozkurt],  Yazko Felsefe Yazıları, 6.Kitap, 1983)

Yine de herhangi kılavuz yazardan yararlanabilmek, onun üzerine âdeta monografik çalışma yapıyorcasına yazınsal çalışmalarına hâkim olmayı gerektirecektir. Kılavuzunuz, sizden önce bu alanda nasıl bir yürüyüş yapmış, nerelerde hangi engelleri aşmış hangi eşiklerden geçmiş, hangi aşamalara ulaşmış, hedeflediği halde bu yönde neleri gerçekleştirememiş ya da eksik bırakmış, bu arada nasıl bir başarı eğrisi çizmiş?  

Kılavuzunuzun yöntemi, biçemi buna bağlı yapıp etmeleri önünüzü daha net görmenizi sağlayacaktır. Bu anlamda kılavuz alınacak yazar seçilirken eyleminin taşıdığı önem kadar, ondan nasıl yararlanılması gerektiği konusu üzerinde de ciddi ciddi durulması gerekiyor.

O halde anadilde bir yazar, yazınsal verimlerinin tümü ya da bunlardan herhangi biri, birkaçı için kendisine, kalıcı veya geçici kılavuz yazar-yazarlar seçmeye girişirken, bunun sıradan bir eylem olmayacağını, tersine, başlı başına bir sorunsal olarak alınması gerekeceğini unutmamalı.

 İlk öykülerinin, öykü kitaplarının yayımlanışları dikkate alındığında Sadri Ertem (1898-1943; ilk öyküsü: 1917-ilk öykü kitabı: 1933), Sait Faik (1906-1954; ilk öyküsü/yazısı: 1925/29-ilk öykü kitabı: 1936), Sabahattin Ali (1907-1948; ilk öyküsü/yayını: 1924/26-ilk öykü kitabı 1935) zamandizinsel anlamda birbirine çok yakın durdukları bir tarih yelpazesiyle önümüze geliyor.

Harf devrimiyle başlayıp dil devrimiyle yükselen cumhuriyetin bu sanat-kültür ivmesinde Halkevleri hikâyeciliği sonrasında ortaya çıkan devinimle aynı zamanda seçenek oluşturan, adını koyacak olursak bir tür “sivil öykücülük” bağlamında örneklenebilecek yükselişteki ilk atakları gerçekleştiren, öykücülüğümüze çağdaş atılım kazandırmış yazarlar olarak görebiliriz öykünün bu üç atlısını.

Kırklarında yitirdiğimiz öykümüzün bu üç önemli öncü adından önce de çağdaş öykümüzde adlarını anacağımız, kuşkusuz daha başka yazarlar olduğunu unutmuyoruz elbette. Ancak ilk öykü kitabı yayınının cumhuriyetle gerçekleştiği ölçü alındığında, ayrıca Sadri Ertem’le Sabahattin Ali’nin 1930’lar boyunca arka arkaya yansıttığı öykü verimiyle Sait Faik’in ölene dek büyük tutkuyla sırtlanıp taşıdığı, yaydığı öykü büyüsü düşünüldüğünde öykümüzün cumhuriyetin bu üç atlısıyla yeni, güçlü bir başlangıç yaptığı pekâlâ öne sürülebilir.

Gerçekten 1930’lar, Halkevleriyle birlikte cumhuriyetin büyük, güçlü bir öykü dalgası halinde uzandığı düşünülürse bu üç atlının öykümüzde yarattığı türbinin, Türkçenin bütün yazarlarını etkilediği öngörülebilir. Yazınımızda özellikle 1930’lar yükselişi üzerinde özellikle durulması gerekiyor demek ki.  

Andığım üç yazar, yazınsal açıdan yapıtlarında toplumla iç içe evrenler kurmakla birlikte öykücülüğümüzde birbirinden farklı yollar çizdiler yine de kendilerine.

Sabahattin Ali, (Sırça Köşk’ü saymayalım) bütün öykülerinde dramatik aks üzerine yerleştirdiği öykü evrenleri getirdi, Anadolu’dan kişilerini bu evrene oturturken onları hep gerçekçi bakışla aldı, toplumsal çelişkileri olanca sertliğiyle yansıtmaktan kaçınmadı, ancak bu nesnel tutumuna karşılık insani duyarlıktan hiç ödün vermedi, öykü kişilerini zorlamaya yönelmedi.

Sait Faik, kendine yer edinemese de doğayla bütünlenik anlayışa, evrensel değerlerle örtüşen yaklaşıma sahip, barışıklık duygusu içindeki insanı işledi öykülerinde. Sere serpe bir anlatımla, toplumda bu küçük insanların ayırdına varılmasını sağladı, bu insanların üzerindeki mutsuzluk kaynağı acımasızlığı vurguladı ama yanı sıra herkesi olduğu gibi kabul etmenin erdemini de gösterdi.

Bu iki yazar, yazın kamuoyunda, okur nezdinde bu çerçevede karşılandı, sevildi, bu bağlamda içtenlikle sahiplenildi, bu yanlarıyla öyküde baş tacı edildi.

Sadri Ertem’e gelince, o böyle bütünsel bir anlayışla karşılanmadı. Hayır, önemsenmedi değil, önemsendi elbet, ancak yazarlığına dönük değerlendirmeler kanımca eksik kaldı ya da yeterli olamadı. Onun yazınımızda bir yandan toplumcu gerçekçiliğin başlıca öncülerinden olduğu, bu anlamda kendisinden sonra gelen öykücüler kadar bütün yazarları etkilediği söylenirken bu arada görece zaman zaman kaba gerçekçiliğe düştüğü, ötesinde şekilci göründüğü, hatta zorlama evrenler kurup çizgisel kişiler yarattığı öne sürüldü.

Sadri Ertem’in farklı bir edebiyat yapmaya yönelişi gereğince görülemedi, onun grotesk çakımları, kara anlatıya, yer yer kara güldürüye kayan, bozunuma uğrattığı gerçeklik aracılığıyla farklı soyutlayımlar, dönüştürümler eşliğinde yabancılaştırmayla gerçekliği yeniden kurmaya giriştiği böylelikle, yaşanan olguyu, çok daha somut biçimde yaratmaya çabaladığı gereğince kavranamadı kanımca. Dolayısıyla bu etki iletilemedi yerinde donup kalan bir enerjiye döndü. Hem kendisinden sonrakilere geçemedi, hem de zaten gereğince kavranamadı.

Peki, üçlüden yirmi yıl sonra öykümüzde kendine özgü farklı bir yol çizen Tahsin Yücel’in (1933-2016) öykü kitaplarıyla tanıştığınızda düşünmez misiniz?

Acaba Tahsin Yücel, Sadri Ertem’i kendisine kılavuz yazar yapıp grotesk yadırgatma, yabancılaştırı, kara anlatı/güldürü kavrayışıyla bu yolu genişletmeyi hedeflemiş, kendisi için böyle bir yazınsal yolculuk tasarlamış olamaz mı?