ROMANIMIZDA “YÜZYILIMIZ” YOK MU?
M.Sadık Aslankara
(29.02.2024 YAZISIDIR.)
Önceki yazımda sözünü etmiştim. 18 Şubat pazar günü (2024) Tünel Metro Han’da Cumhuriyet–İstanbul Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle gerçekleştirilen söyleşide Zeynep Aliye, Feridun Andaç üç yazar arkadaş Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında edebiyatımıza kısa bakışlarla göz atmış, kimi değerlendirmelerimizi, görüşüşlerimizi paylaşmıştık konuklarla.
Konuklar arasında başka yazarlar da vardı ayrıca; Belgin Bıyıkoğlu, Cafer Hergünsel.
Söyleşide Feridun Andaç, konuşmasının bir yerinde şöyle bir öne sürüş getirmişti, toparlamayla aktarayım:
“Necip Mahfuz’un bir romanını okuyorsunuz örneğin, bunda Mısır’ın bütün bir yüzyılını görebiliyorsunuz. Bizde böyle mi? Yaşar Kemal’e bakıyorsunuz, var mı, yok. Orhan Kemal’e bakıyorsunuz, var mı, yok…”
Tam olarak bu sözcükleri kullanmamış olabilir, ancak öne sürdüğü düşünce buydu Feridun Andaç’ın, yine de bir yanlışlık olmaması için Zeynep Aliye’ye telefon açtım, onun da onayını alınca, en azından söyleşiye katılmış konuklar, orada bulunan öteki yazarlar nezdinde duruma kendimce açıklama getireyim, görüşlerimi paylaşayım diye düşündüm. Feridun’un bu öne sürüşüne katılmadığımı belirteyim istedim en azından yazıyla.
Hele Zeynep’in de Feridun’un bu görüşüne katılmadığını öğrenince daha da rahatladım. Hatta o, Feridun’un, belki de yorgunluk ya da dalgınlık veya daha başka bir nedenle sözlerine gereken dikkati gösterememiş olabileceğini düşündüğünü de paylaştı benimle.
Daha önceleri yayımladığı kimi yazılarında, Feridun’un Necip Mahfuz’a verdiği değeri apaçık ortaya koyduğunu anımsıyorum zaten. Kuşku yok ki çağımızın önemli bir yazarı o. Ne var ki yazarlarımızın, kaleme aldıkları romanlarda, içinden geçtiğimiz bu yüzyılı, bir başka deyişle Cumhuriyet yüzyılını okurda kuramadığını ya da gösteremediğini öne sürmek gerçekçi bir yaklaşım olarak gelmiyor bana asla.
Hele Fethi Naci’nin, orta malına dönüşmüş o beylik sözlerinden sonra böylesi öne sürüş, gerçekçilik zeminini alabildiğine yitiriyor aynı zamanda. Ne diyordu Fethi Naci:
“Cumhuriyet’in gerçek tarihi, biliyorsunuz, şimdilik ancak romanlarda okunabiliyor…” (Fethi Naci; Reşat Nuri’nin Romancılığı, Oğlak, 1995, s.243)
Sözgelimi ülkemizde “Hamidiye Alayları”nı kaç kişi bilir dersiniz? Ama Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikâyesi” adlı dört ciltlik romanını okuduğunuzda Hamidiye alayları kadar Cumhuriyetimizin neredeyse yüzyıla yayılan bütün bir geçmişini gözlerinizden akıtmanız olanaklı hale gelebilir. Buna Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları adlı romanını da ekleyebilirsiniz. Hemen öncesine Hasan İzzettin Dinamo’nun Kutsal İsyan başlıklı nehir romanını da girebilirsiniz pekâlâ.
Düşüncemi, böylesi tekil örneklerden kalkarak serimlemek, konuyu zayıflatabilir, zaten böylesi bir yaklaşımdan yana da değilim doğrusu. Tekil örneklerden kalkarak konuyu deşmek yerine dizgesel boyutta yaklaşıp olguyu bu doğrultuda sorunsal halinde ele alıp işlemek daha doğru bir tutum görünüyor bana.
Bunun da ötesinde bir adım daha atayım hadi; edebiyatımızda, bizim asıl sorunumuzun, yüzyılımızı görememek, gösterememek değil tam tersine hiç ayrımsız her yazarın hep yaşananları anlatmaya, görmeye, göstermeye dönük iştahı, bu nedenle yüzyılımızın sorunlarından dışarı çıkamaması, bunun gereksiz sayılabilecek kimi dolgu ayrıntıları arasında boğulması kanımca.
Gülünerek anlatılır, iki kişi bir araya geldiğinde, “N’olacak bu memleketin hali?” sorusunun gündeme geldiği, bunun ağız dolusu tartışıldığı söylenir ya, bu bizim edebiyatımızın da temel sorusudur bir bakıma.
Niyazi Berkes’in, o çok ünlü “İki yüzyıldır neden bocalıyoruz?” sorusunun, salt siyasal alanın sorusu olduğunu düşünmek safdillik olur, çünkü bu, gerçekte baştan bu yana edebiyatın tepe tepe kullandığı bir sorudur gerçekte. Bir tür “milli edebiyat”. Bundan ötürüdür ki yazarlarımız, romanlarında, bakış açıları doğrultusunda Cumhuriyetin yüzyılını ya da yaşamı göstermeye, kendi anlayışları yönünde ülkeyi, toplumu anlatmayı seçiyor, bunu kendince görünür kılmaya çalışıyor her seferinde.
Bizde Ahmet Mithat’tan bu yana, hatta ondan öncesinden başlayan yaklaşımla böyle bu. Şu da bir gerçek ki romanımız kadar öykümüzün de özellikle gazete yayıncılığıyla örtüşerek hatta neredeyse gündelik-haftalık yayınlarla at başı yol alıp bu siyasaya uygun hareket etme yönelimi, öykü-roman türünün başına bela olmakla kalmadı yanı sıra anlatı sanatımızın estetik yapısını da bu yönde çeşitli zedelenmelere, zaaflara açık hale getirdi bana göre.
Haa, Feridun Andaç, romanda yüzyılın görünürlüğünden söz ederken olgunun maddi/nesnel yanını değil manevi/tinsel yanını düşündüyse eğer, bunun da gerçeği yansıtmayacağı açık.
Eğer Bihter, Ahmet Celal, İnce Memed, Kuyucaklı Yusuf, Zübük, Mümtaz, Murtaza, Irazca vb. kişiler üzerinden romanlarımızı okuyup bunları tartışarak odaklayan farklı çalışmalar yapabilsek, bunlardan kalkarak adları bütün bir yüzyıla yayıp genişletebilsek kim bilir ne veriler gelecektir önümüze?
Ama şu kadarını söylemek olanaklı olsa gerek yine de; yazınsal, toplumsal, ruhsal yanları kadar sınıfsal, ekonomik, kültürel, dinsel, cinsel kodlarıyla birlikte bunları değerlendirdiğimizde bu karakterler üzerinden Anadolu insanının tipolojik yanları kadar karakteristik nitelikleri üzerine de “yüzyılımızın ruhu”nu aydınlatıcı ayrıntılı bir donanım haritasına ulaşacağımız çok açık aslında.
Böylelikle Bozkurt Güvenç’in Türk Kimliği adlı yapıtına yepyeni veriler taşınabileceği bile öngörülebilir hatta, neden olmasın?