SAYFA YAZISI; YAZINSAL BASKILAMA-BASKILANMA…

YAZINSAL BASKILANMA-BASKILAMA…

M.Sadık Aslankara
(15.02.2024 YAZISIDIR.)

Yaşamda hemen her zaman görülebilen, yoğun enerji toplanması, buna bağlı ortaya çıkan “baskı” ya da “basınç” olarak nitelenip bir tür “katılaşma”ya dönüşebilecek “baskılama”, “baskılanma” olgusunun aslında sanatta, tüm sanat alanlarıyla dallarında, türlerinde de bir biçimde yaşandığı gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor.

Ancak bunu, hayatın diyalektik işleyişi çerçevesinde, yaşam olgusunun getirdiği bir doğal yükleme olarak alıp olağan durum bağlamında karşılamak da gerekiyor elbette.

Öyle ya bu, bireysel-toplumsal bağlamda tohumu atılan ekonomik, sınıfsal, ekinsel, yaşantısal, cinsel, dilsel, dinsel vb. etkenlerden beslenerek gelişip bir patlamayla da ortaya çıkabilir, gizil bir ilerleyişle de kendini gösterebilir. Ne ki bir fay hattı halinde enerji biriktirmeye, böylelikle baskı, basınç oluşturarak varlığını koruyacak, doğanın ya da tarihin zorunda gözlendiğine benzer biçimde enerjinin birikme süreçleriyle açığa çıkma ya da boşalma / patlama aşamalarında yaşanabilecek baskılamadan dolayı buna yanıt anlamında çok güçlü bir baskılanmanın da önünü açacaktır. Olguyla birlikte ortaya çıkacak baskılanmanın, giderek kendisinin de bir baskılama aracına dönüşeceği kestirilebilir kolayca. Bu diyalektik bağlanma zincirleme ilişkilenişle yaşanacaktır hep.  

Söz konusu olguyu biz, sanat ortamlarıyla alanlarında da belirgin olarak gözleyebiliriz. Bu, nasıl ortaya çıkar, ne türden etkiler yaratır, bizi nasıl, ne türden aşamalara taşıyıp karşılar?

Gelin bir iki satırla bu yönde düşünce gevişine girişelim birlikte.   

Bu baskılanmanın, bunu yaşayan bireyde, onların gide gide kümeleşen varlığında bu kez bir “karşı baskılama” öğesi haline dönüşmemesi olası mı? Bu nedenle diyalektik açıdan bu iki olguyu bir kavram çifti olarak karşılayıp almak daha gerçekçi tutum olacaktır.

Ben bu yazıda konuyu derli toplu ele almak, sınırlayıp daraltmak adına sanatın öteki alanlarını dışta tutup başlık olarak da belirlediğim üzere salt “yazınsal baskılanma-baskılama” üzerinden konuyu deşmeye çalışacağım.

Sözgelimi Ahmet Mithat-Ömer Seyfettin çizgisinin öykücülüğümüzde, Halit Ziya-Yakup Kadri çizgisinin romancılığımızda hâlâ bir baskılama gücü taşıdığı, bu yönde bir yansıtım sergilediği öne sürülebilir.

Oysa günümüzde gerek öyküde gerek romanda, yazınımız çok daha başka evrenlere açılmış, farklı aşamalarda pek çok yazarımız kendi işleyişleri yönünde enerji biriktirerek yeni bir basınç olgusunun önünü açmakta rol oynamıştır. Sözgelimi Sait Faik’in öyküde “küçük insan”la, Yaşar Kemal’in romanda söylenle yeni bir basınç merkezi simgesine dönüştüğünü biliyoruz.

 

Sonraki aşamada bu kez 1950 Kuşağı öykücülerinin “birey insan”la öyküde, yine bu kuşağın farklı damarlardan gelmekle birlikte aynı yıllarda yansıttıkları aykırı gerçekçi damarla romanda yeni bir basınç merkezi daha yarattıkları söylenebilir.

Bu kadarcık örneklemenin bile bu tür bir yazınsal baskılama-baskılanma olgusunda geçmişten bugüne, bugünden yarına işleyecek diyalektik bir zincirin varlığını işaret ettiği ortada.

Buna göre baskılanma-baskılama olgusunun, doğanın ya da tarihin “zoru” olgusunda gözlenebileceği üzere bir yazınsal zor biçiminde karşımıza çıkacağını öngörmek gerekiyor demektir.

Doğal yolla kuşaktan kuşağa geçişlerde çatışmalar çıkacağı ortada. Buna dönük örnekleri yazın tarihimizde hemen her evrede çokça görebiliyoruz. Bu çatışmaların yanı sıra buna, eylem ya da yapıt ilk kez örneklem oluşturan farklı tutumlar, sunumlar da eklemlenebilir. Pekişerek kalıcılaşan, aşılmak için çabalansa da yörüngesinde gezinilen Ömer Seyfettin, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Sait Faik, Yaşar Kemal vb. sıra dışı yazar örnekleri de unutulmamalı.

Yukarıdan bu yana andığım adlar doğal yolla, farklı kuşaklardan birer simge ad olarak yazınımıza katıldı elbette, ama öylesine yüksek enerji üretmiş görünüyorlar ki, önceden yüklenen baskılama karşısında bu kez kendileri de ürettikleri basınçla bir baskılama getiriyor diyebiliriz.

Elbet bu da bir “yazınsal zor” biçiminde karşımıza çıkıyor.

Ormanbilimcilerin, doruklarda, sanki sanal bir sınırı aşamamış izlenimi bırakan, tepeleri makaslanmışçasına tıraşlanmış halde görünen ardıç ağaçlarının bu hali için “kar baskısı” vb. nitelemeler kullandıklarını anımsıyorum.

Ormancıların bitki, hayvan türleri konusunda yine endemik çeşitlilik üzerinde özellikle durduklarını, bunun önemini, kaynak değerini, zenginliğini vb. yinelemeye düşercesine vurguladıklarını da elbette.

Sürdürülebilir bir edebiyat, her seferinde baskılanmayı aşacak, bunu aştıkça kendisi bir baskılama yaratacak ama zaman gelecek kendisi de baskılanacak, yazınımız bu diyalektik akış zinciriyle ilerlemeyi sürdürecek. Kimi enerji yüklemeleri bütün zamanlara yayılan, hatta baskısıyla on yıllar bir yana yüzyıllara uzanan kişiler, akımlar, okullar, kümelenmeler, gruplar olabilir pekâlâ.

Sürdürülebilir edebiyat, ille bu kategorik yapılanmayla uyumlu bir diyalektik zincir yönünde edebiyat yapmak anlamına gelmiyor kuşkusuz. Yazınsal zora uyulmadan da edebiyat yapılabilir kuşkusuz. Günümüzde, aradan yüzyıl geçtiği halde Ömer Seyfettin öykücülüğü süregitmiyor mu hâlâ? Romancılığımızda da Halit Ziya-Yakup Kadri kavrayışının ardıllığı bütün gücüyle yazınımızda egemenliğini sürdürmüyor mu?

Yazınsal baskılanma-baskılama olgusunu bütün bu olguları göz önüne alarak değerlendirmek gerekiyor demek ki. Ama şurası bir gerçek; edebiyatta enerji üreten baskı, basınç, sizin yazınsal gücünüz, değerinizle birikiyor ancak.