Sedat Kurt; Röportaj

ASLANKARA, BU KEZ ÖYKÜLERİYLE…
SEDAT KURT

Ankara’daki, İstanbul’daki ya da yurdun başka başka yerlerindeki belgesel sinema çalışmalarını tamamladığında (Zaten tiyatro da yapmıyor son on yıldır) dönüyor hemen evine, daha doğrusu yazı evine. Yoksa evi, ailesi İstanbul’da onun.

Ama yazı evi Denizli’de hâlâ. Çepeçevre dağlara, ormanlara bakan bir ev; kapanıyor, arada Çamlık’ta yaptığı yürüyüşler dışında neredeyse hiç çıkmıyor evden, bu dönemlerinde günde on beş saatten az olmamak üzere okuyor, yazıyor yalnızca. Gülüyor, ciddi bir “okur yazar” çünkü o, öyle diyor…

Bir yıl içinde okuduğu yalnızca öykü yüzlerce sayıya ulaşıyor, “Kimbilir, belki birkaç bindir,” diye ekliyor, saymış değil okuduklarını çünkü. Öteki okumaları dışında, yalnızca öyküye ayırdığı zaman, verdiği emek bile tek bir öykü yazarının eylem toplamına eşit neredeyse. O, bunu aşarak gençlerin yazdığı, gönderdiği öykülerle, genç yazarların ilk öykü kitaplarıyla ilgileniyor; yaşayanı yaşamayanıyla ustalar kadar yolun başındaki yazarların öykülerini değerlendiriyor, deyim yerindeyse ayaklı bir öykü dergiciliği yapıyor… Bütün bunların yanında biraz da kendine zaman ayırıyor, öykülerini yazıyor, usulca, içe atar gibi sanki…

Derken bu öykülerden bir demet yapıyor, bu demet Can Yayınları tarafından basılıyor, yayımlanan Uykusu Sakız adlı bu öyküler demeti de Yunus Nadi 2002 Öykü Ödülü‘nü kazanıyor.

Ama M.Sadık Aslankara, Yunus Nadi Ödülü’yle kırk yıl önceden tanışmış neredeyse:

“Herkes gibi şiirle başlamıştım ama, altmışların başında artık daha çok öyküde karar kılmışım. Yıl 1964. Cumhuriyet, o yıl ‘kısa öykü’ye ayırıyor Yunus Nadi Armağanı’nı. Allah, sevinçten havalara uçuyorum, ‘Tamam,’ diyorum, ‘ben bu ödülü alırım.’ Dersleri, öteki etkinlikleri bir yana bırakıp ‘Yunus Nadi çalışması’ başlığı altında pek çok öykü yazıyorum… 12 Aralık 1948 doğumluyum ben, var sayın kırk dokuzluyum… Bu hesapla on beş yaşında Yunus Nadi kısa öykü yarışmasına katılıyorum… “Sergi” adında bir öykü… Köyde, kurumaya bırakılmış üzümleri sel yok ediyor, bunu anlatıyorum aklımca. Köylü, uğraşırken, arada Tanrıya yakarıyor garip. Öyküyü götürüyorum arzuhalciye, o sıralar daktilo sahibi olmak kolay mı, parasını verip daktilo ettireceğim, ama adam ‘Allah’ sözcüğü geçtikçe, ayraç açıp CC diye yazıyor hep… “Amca,” diyorum, “bu yok öyküde…” Ama adama anlatabilmek olası mı bunu?

“İlk aşamada elemeyi aşan öyküler, aralıklarla yayımlanıyor gazetede… Her gün sabırsızlıkla Cumhuriyet’in gelmesini bekliyorum Denizli’ye, o yıllar gazetelerin gelişi karşılanabilirdi Anadolu’da. Beğenilen öyküler yayımlanıyor sırası geldikçe, ama benimki yayımlanmıyor bir türlü… Sanırım o çocuk dünyamda küçük çaplı bir yıkım yaşıyorum… Şimdi şimdi düşünüyorum da, genç öykücülerle ilgilenmemin, onlara sevgi göstermemin, onlara sahip çıkmamın altında yatan nedenlerden biri de bu olmalı.”

Yunus Nadi Ödülüyle kurduğu bu ilişki, öyküyle alışverişini de kurumlaştırıyor onun. Yunus Nadi’nin ve Cumhuriyet’in, yalnız kendisinin öyküye yönelişinde değil, bütün öykücülerin o güzel yolculuğunda, kısaca Türk öykücülüğünün bütün zamanlara yayılan serüveninde ciddi biçimde kurumsal ağırlığı olduğunu düşünüyor bugün. Bir yazınsal tür olarak öyküye yer açılmış olmasını önemsemek gerekiyor çünkü ona göre.

Bu kırk yıl boyunca durmadan yazıyor Aslankara; öykü, roman, oyun… Bunların yanına eylemli tiyatroyu, belgesel sinemayı ekliyor… Ama öykünün yeri yine de hep ayrı; o, unutulmaz bir tat bırakıyor her kezinde, büyülü bir tat… Hem peşinden sürükleyen yazanı, hem de yazana baş eğmeyen bir türlü…

Ne peki “öykü”?

“Öykü, kuşkusuz yazılı bir anlatım sanatı, ama anlatma sanatı değil o! Böyle olsaydı, anlattıklarımız öykü olurdu. Evet, öykü anlatmaz, ama anlamlandırır. Bunu nasıl yapar? Anlatarak değil; ayrıntılar döşeyerek, bağırarak değil susarak, gözlerini kaçırıp başını eğerek, sonra arka alanlar bırakarak, koridorlar, kanallar açarak, havalandırma bacaları çıkararak yani anlatmadan ama okurun anlamlandırmasını sağlayarak başarır. Bu yüzden öykü sanatı, bir yazma sanatı olduğu denli okuma sanatır da. Bu da kuşkusuz sözcüklerle yapılır öyküde, yapılan artık başka bir şeydir, sözcüklerin bire bir gösterdiği değildir… Öyleyse işin başına dönüyoruz demek ki yine: Öykü anlatma sanatı değildir ama yazılı anlatım sanatıdır yine de!”

Aslankara’nın kırk yılda yayımladığı öykü sayısı, yazdıklarının yanında “devede kulak” neredeyse. Nitekim Uykusu Sakız, onun ilk öykü kitabı. Hoş onun öteki kitaplarının sayısı da çok değil öyle. Ama yayımlananlara bakmamak gerekiyor, aldatıcı olabilir bu, çünkü onun tüm yazı birikimi on binlerce sayfaya ulaşıyor bugün…

O, bir yazan, ardından bin okuyup yazdığına yeniden dönen, yazdıklarını sorgulayan biri…

O, öykünün büyüsüne kendini kaptırmış bir tutkun; kırk yıldır öykünün gizlerini keşfetmeye çabalayan bir serüvenci.